Allahın
arslanı ve Resûlullahın dâmâdı:
Hz. ALİ BİN EBÎ TÂLİB
Hz. Ali Resûlullah efendimizin
amcasının oğludur. Hâne-i saâdette büyüdü. 10-12
yaşlarında iken, birgün Resûlullah ile Hz.
Haticenin beraber namaz kıldığını gördü.
Namazdan sonra Resûlullaha sordu:
- Bu nedir?
- Bu Allahü teâlânın
dînidir. Seni bu dîne davet ederim. Allahü
teâlâ birdir, ortağı yoktur. Lat ve Uzza isimli
putları terketmeni emrederim.
- Önce babama bir danışayım.
- İslâma gelmezsen, bu
sırrı kimseye söyleme!
Hz. Ali ertesi sabah,
Resûlullahın huzuruna gelerek dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bana İslâmı
bildir.
Bunun için
göremiyorum
Böylece Müslüman oldu.
Müslüman olanların üçüncüsü, çocuklardan ise
birincisidir.
Peygamberimiz, bazen kuşluk
vaktinde, Mekke vâdilerine doğru çıkıp gider,
Hz. Ali de, babası Ebû Tâlibden, bütün
akrabâlarından ve halktan gizli olarak
Peygamberimizle birlikte gider, namazlarını
oralarda kılarlar, akşamleyin de, dönerlerdi.
Birgün, Hz. Alinin annesi
Fâtıma hâtun, kocası Ebû Tâlibe dedi ki:
- Alinin, Muhammedin yanına
devam ettiğini görüyorum. Senin başına, Muhammed
tarafından, oğlun hakkında, güç yetiremiyeceğin
bir iş gelmesinden korkuyorum!
- Demek, oğlumu bunun için
göremiyorum?
Hemen, Peygamberimizle Hz.
Alinin ardına düştü. Onlara, Batn-ı Nahle
vâdisinde, namaz kıldıkları sırada, rastladı.
Peygamberimize sordu:
- Ey kardeşimin oğlu!
Edindiğini gördüğüm bu din, ne dînidir?
- Ey Amca! Bu, Allahın
dînidir. Allahın meleklerinin dînidir. Allahın
peygamberlerinin dînidir. Babamız İbrâhimin
dînidir ki, Allahü teâlâ, beni, Peygamber olarak
bununla, bütün kullara gönderdi.
Ey Amca! Doğru yola
çağıracağım kimselerden, buna, en çok sen
lâyıksın! Bu yoldaki davetimi kabûl etmeye ve
bana yardımcı olmaya, sen, herkesten daha
lâyıksın!
Peygamberimiz, amcasını,
İslâmiyete, tevhîde, Allahın birliğine inanmaya
ve putlara tapmaktan vazgeçmeye davet etti. Ebû
Tâlib dedi ki:
- Vallahi, yaptığınız veya
söyledikleriniz şeylerde bir mahzûr yoktur. Ey
kardeşimin oğlu! Ben, atalarımın dîninden ve ona
bağlılıktan ayrılmaya güç yetiremiyeceğim.
Fakat, sen, gönderildiğin şey üzerinde dur!
Ben sağ
oldukça
Ebû Tâlib şöyle devam etti:
- Vallahi, ben sağ oldukça,
yapmak istediğini tamamlayıncaya kadar, sana,
hoşlanmıyacağın bir şey erişmeyecektir!
Hz. Aliye de, hoşlanmayacağı
bir şey söylemedi. Ona sordu:
- Ey oğulcuğum! Üzerinde
bulunduğun bu din, nedir?
- Babacığım! Ben, Allaha,
Allahın Resûlüne îmân ve onun, Allah tarafından
getirdiklerini de, tasdîk ettim. Ona tâbi
oldum!
- O, seni, ancak, hayır ve
iyiliğe davet eder. Sen, onun yolunu tutmakta
devam et! Yavrum! Amcanın oğlunun davet ettiği
şeye, senin de, istiyerek girmen, yaraşır.
Sevgili Peygamberimiz Allahü
teâlânın emriyle Mekkeden Medîneye hicret
ederken Hz. Aliye kendi yatağında yatmasını,
bıraktığı emânetleri sahiplerine vermesini
söyliyerek buyurdu ki:
- Bu gece yatağımda yat,
uyu! Şu hırkamı da üzerine ört! Korkma, sana
hiçbir zarar gelmez!
Hz. Ali, Peygamber efendimizin
emrettiği şekilde yattı. Habîbullahın yerine,
hiç korkmadan, kendi nefsini fedâ etmeye
hazırdı.
Burada ne
bekliyorsun?
Hicret gecesi müşrikler,
Resûlullah efendimizin saâdethânelerinin
etrafını sarmışlardı. Peygamber efendimiz,
evlerinden çıktılar. Yâsîn-i şerîf sûresinin
başından on âyet-i kerîmeyi okudular ve bir avuç
toprak alıp kâfirlerin başına saçtılar.
Resûlullah efendimiz sıhhat ve selâmetle
aralarından geçip, Hz. Ebû Bekirin evine
ulaştı. Müşriklerden hiçbiri onu görememişti.
Bir müddet sonra müşriklerin
yanına biri gelip sordu:
- Burada ne bekliyorsunuz?
- Evden çıkmasını bekliyoruz.
- Yemîn ederim ki, Muhammed
aranızdan geçip gitti, başınıza da toprak
saçtı.Müşrikler, ellerini başlarına götürdüler.
Hakîkaten, başlarında toprak buldular. Derhal
kapıya hücum edip içeri girdiler.
Hz. Aliyi, Resûl
aleyhisselâmın yatağında görünce, Resûl-i
ekremin nerede olduğunu sordular. Hz. Ali cevap
verdi:
- Bilmem! Beni, onun
muhâfazasına memur mu ettiniz?
Bunun üzerine Hz. Aliyi
tartakladılar. Kâbenin yanında bir müddet
hapsettikten sonra bıraktılar. Hz. Ali,
Resûlullah efendimizin Kâbe-i şerîfte devamlı
bulundukları makâma oturdu. Resûl-i ekremde
kimin nesi var ise, gelsin alsın! diye nidâ
ettirdi. Herkes gelip, nişânını söyleyerek
emânetini aldı. Böylece emânetler sâhiplerine
teslim edildi.
Mekke-i mükerremede kalan
Eshâb-ı güzîn, Hz. Alinin kanadı altına
sığındılar. Resûlullahın saâdethâneleri Mekkede
olduğu müddetçe, Hz. Ali de orada kaldı. Allahın
arslanı Hz. Ali, Kureyş kâfirlerinin
toplandıkları yere giderek dedi ki:
- İnşâallahü teâlâ yarın
Medîne-i münevvereye gidiyorum. Bir diyeceğiniz
var mı? Ben burada iken söyleyin!
Nihâyet
Ali'de hicret etti
Hepsi başlarını eğip, hiçbir
şey söylemediler. Sabah olunca, Hz. Ali, Resûl-i
ekrem efendimizin eşyâlarını toplayıp,
Resûlullah efendimizin Ehl-i Beyti ve kendi
akrabâları ile berâber yola koyuldu. Resûlullah
efendimize, şişmiş olan ayaklarından kanlar akar
vaziyette, Kubâda yetişti.
Gündüzleri saklanıp, geceleri
yaya olarak yürüdüğü bu yolculuğun sonunda,
Peygamberimizin huzûruna gidemiyecek bir hâle
gelmişti. Resûl-i ekrem efendimiz bunu haber
alınca, bizzat kendisi teşrif etmiş, Hz. Aliyi
görünce hâline acımış, Onu kucaklamış, mübârek
elleriyle nârin, nâzik ayaklarını okşamış,
kendisine âfiyeti için duâ buyurmuştu. Bunun
üzerine; (İnsanlardan öyleleri vardır ki,
Allahü teâlânın rızâsı için nefsini fedâ eder)
[Bekara 207] meâlindeki âyet-i celîlesi nâzil
oldu.
Peygamber efendimiz, bir gece
eve vardıklarında buyurdu ki:
- Yâ Âişe! Hiç yemeğin var
mıdır?
Sözleri biter bitmez kapı
çalındı. Kapı açıldığında, Hz. Ebû Bekir, Hz.
Ömer ve Hz. Alinin gelmiş olduğunu gördüler.
Peygamber efendimiz sordu:
- Bu vakitte gelmenizin
sebebi nedir?
- Yâ Resûlallah! Üç gündür
birşey yemedik. Çok acıktık. Mübârek yüzünüzü
görerek açlığımızı unutmak için geldik.
Hasan ile
Hüseyin de açtır
Hz. Ali ayrıca dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Hz. Fâtıma
ile Hasan ve Hüseyin de üç gündür açlar.
Peygamber efendimiz buyurdu
ki:
- Üç gündür ben de birşey
yemedim.
Sonra Hz. Ali dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Dün yoldan
geçerken Muâz bin Cebelin avlusundaki hurma
ağacında, hurmalar gördüm.
Peygamber efendimiz:
- Kalkınız, Muâzın evine
gidelim. Bizi hurma ile misâfir etsin,
buyurdu.
Resûlullah efendimiz ve üç
büyük Eshâbı, Hz. Muâzın kapısına vardılar.
Hz. Ebû Bekir:
- Yâ Muâz devlet kuşu başına
kondu. Allahın Resûlü evine teşrif etti, diye
seslendi.
Fakat, evde bu sesi kimse
duymadı. Yalnız Muâz hazretlerinin küçük kızı
duymuştu. Annesine, Hz. Ebû Bekirin kapıya
geldiğini söyledi. Annesi inanmadı ve dedi ki:
- Kızım, bu vakitte Hz. Ebû
Bekirin kapımızda işi ne?
Tekrar yattılar. Sonra Hz.
Ömer ve Hz. Ali seslendi. Kız çocuğu tekrar
annesine gitti ise de annesini inandıramadı.
Yine yatıp uyudular. Daha sonra Peygamber
efendimiz, Yâ Muâz! diye seslenince,
kızcağız, bu sefer, babasına gidip seslendi:
- Babacığım, ne duruyorsun,
başımıza devlet kuşu kondu. Allahü teâlânın
Resûlü ve üç Eshâbı kapıya gelmişler, seni
çağırıyorlar.
Hurmalar
hiç eksilmedi
Muâz hazretleri hemen kapıya
koştu. Misâfirlerini içeri aldı. Peygamber
efendimiz buyurdu ki:
- Yâ Muâz! Üç gündür ben
ve Eshâbım hiç yemek yememişiz. Dün Ali yoldan
geçerken sizin avludaki hurma ağacında hurmalar
görmüş. Geldik ki bizi hurma ile misâfir edesin!
Hz. Muâz çok üzülerek cevap
verdi:
- Yâ Resûlallah! Bugün
hurmaları toplayıp bir kısmını yedik, geri
kalanını da fakîrlere dağıttık. Hiç hurmamız
kalmadı.
Bunun üzerine Peygamber
efendimiz, evde gördüğü büyük bir sepeti Hz.
Aliye vererek buyurdu:
- Yâ Ali, bu sepeti eline
al! Hurma ağacının yanına var! Benden selâm
söyle, Resûlullah senden hurma istiyor diye
söyle!
Hz. Ali emredildiği şekilde
gidip, Resûlullahın selâmını söyleyince, ağaç
hurma ile doldu. Sepeti doldurup getirdi. Herkes
yediği hâlde hurmalardan hiç eksilme olmadı.
Muhtaç olduğu hâlinden belli
olan fakîr biri, Hz. Alinin huzûruna gelip
oturdu. Hz. Ali kendisine sordu:
- Benden bir isteğin mi var?
Adam utancından, söz ile cevap
veremeyip işâret ile muhtaç olduğunu bildirdi.
Hz. Ali yanında bulunan, giyecek ve yiyecekleri
verdi.
Muhtaç kimse çok sevindi,
sonra da çok güzel bir beyit okudu. Okuduğu
beyitten hoşlanan Hz. Ali, çocukları için
ayırdığı üç altını da verdi.
Değeri
yaptığıyla ölçülür
Fakîr, sevincinden ne
yapacağını şaşırdı. Hz. Ali, Peygamber
efendimizden işittiği şu hadîs-i şerîfi ona
nakletti:
(Herkesin değeri, söylediği
güzel sözlere, yaptığı iyi işlere göre
ölçülür.)
Harbin birinde, Hz. Alinin
ayağına bir ok saplandı. Ok, kemiğe girdiği için
çıkarılamadı. Sonra doktor çağırdılar. Doktor
dedi ki:
- Bu oku çıkartabilirim.
Fakat, çok ağrı yaptığı için tahammül edilemez.
Onun için bayıltmam lâzım.
Hz. Ali şöyle cevap verdi:
- Bayıltmana lüzûm yok. Biraz
bekleyin, namaz vakti girince namaza duracağım.
O zaman ayağımdaki oku çıkartırsınız.
Dediği gibi yaptılar. Namaza
durunca ayağını yarıp oku çıkardılar, hiçbir
şeyi hissetmedi.
İşte büyüklerimiz böyle namaz
kılarlardı.
Hz. Ali buyurdu ki:
- Müslümanlar, âhırete
inanıyor. Kitapsız kâfirler, inkâr ediyor.
Tekrar dirilmek olmasaydı, inanmıyanlar birşey
kazanmaz, müslümanlar da, zarar etmezdi.
Fakat, kâfirlerin dediği
olmayınca, sonsuz azâb çekeceklerdir.
Peygamber aleyhisselâm, birgün
kızı Hz. Fâtımanın evine teşrif etmişti. Hz.
Aliyi evde bulamayınca kızına sordu:
- Amcamın oğlu nerededir?
- Babacığım, aramızda küçük
birşey olmuştu da, dışarı çıktı.
Ali
nerededir?
Resûl-i ekrem efendimiz, Hz.
Aliyi aramaya çıktı. Yolda rastladığı Hz.
Sehle sordu:
- Ali nerededir, gördün
mü?
Hz. Sehl arayıp, mescidde
olduğunu haber verdi.
Resûlullah Hz. Alinin yanına
geldi. Hz. Ali, toprağın üzerine yatmış, hırkası
omuzundan düşmüş, vücudu toz-toprak içinde
kalmıştı.
Resûl-i ekrem bir taraftan
toprakları silkeliyor, bir taraftan da:
- Kum, yâ Ebâ Türâb! Yani
kalk, ey toprağın babası,
diyordu.
Fahr-i kâinat efendimiz, Hz.
Ali ile birlikte evlerine gittiler.. Hz. Ali
kendisine, Ebû Türâb denilmesinden çok
hoşlanırdı.
Çünkü bu lakâb, ona, Allah
Resûlünün verdiği manevî bir taltif idi.
Bir gün Hz. Alinin annesi
Fâtıma hâtun, Ebû Tâlibe sordu:
- Oğlun nerede?
- Ne yapacaksın onu?
- Âzâdlı kadın kölem,
Ecyadda, onu, Muhammedle birlikte namaz
kılarken gördüğünü, bana haber verdi.
Sonra da Ebû Tâlibe, Sen,
oğlunun dînini değiştirmesini uygun görüyor
musun?! diye çıkışınca, Ebû Tâlib şu cevâbı
verdi:
Üstünlük
sırası
- Sus! Amcasının oğluna arka
ve yardımcı olmak, elbet, herkesten çok, ona
düşer! Eğer, nefsim, Abdülmuttalibin dînini
bırakmak husûsunda bana boyun eğmiş olsaydı, ben
de, muhakkak, Muhammede tâbi olurdum! Çünkü, o,
halîmdir, emîndir, tâhirdir!
Bu cevap üzerine, Fâtıma hâtun
da, sustu.
Osman-ı Zinnûreynden sonra
üstünlük sırası Hz. Alidedir. Hilâfeti, ümmetin
icmâı ile sâbittir. Resûlullah, kızı Hz.
Fâtımayı ona nikâh etmiştir. Daha önceleri de
putlara saygı göstermediği için, kerremallahü
vecheh lakâbı verilmiştir. Allahın, kerîm,
şerefli, mübârek kıldığı yüz, manâsındadır.
Hz. Ali buyurdu ki:
Ben, Resûlullah efendimizden
işittim, şöyle buyurdu:
(Akıllı insana yaraşan;
geçim husûslarının, âhıreti ilgilendiren
hâllerin ve aîlevî meselelerin dışında,
konuşmamaktır. Aklı başında olana yaraşan,
hâline bakmak, dilini ve karnını faydasız
şeylerden ve harâmdan korumaktır.)
Hz. Ali bir kalabalığı eğlence
içinde görüp, böyle eğlenip neşelenmelerinin
sebebini sorduğunda, onlar dediler ki:
- Bugün bayramımızdır.
Bunun üzerine Hazret-i Ali de
buyurdu ki:
- Günâh işlemediğimiz
günler de bizim bayramımızdır.
Hz. Ali buyurdu ki:
- Amellerin en fazîletlisi,
iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmek ve günâh
işliyeni sevmemektir. Kim ki iyiliği emrederse,
müminin sırtını muhkemleştirmiş,
sağlamlaştırmış olur. Kim de kötülüğü men eder
ve ondan vazgeçirirse, münâfığın burnunu yere
sürtmüş olur.
Hz. Ali Hendek savaşında, bir
düşman askerini altedip, yere yatırdı. Kılıcını
çekti. Tam vuracağı zaman, düşman askeri Hz.
Alinin yüzüne tükürdü.
Niçin
öldürmedin?
Hz. Ali kılıcını kınına koydu.
Onunla savaşmaktan vazgeçti. Ölümünü bekleyen
kimse, bu işten bir şey anlamadı. Hayretle
kendisine sordu:
- Kılıcını çekmiştin. Beni
öldürmene hiçbir engel yokken neden vazgeçtin?
Öfken birden yatıştı.
Hz. Ali şöyle cevap verdi:
- Ben kılıcımı Allah için
vuruyordum. Ben Allahın arslanıyım. Nefsin esîri
değilim. Sen, benim şahsıma karşı yaptığın
hareketten sonra seni öldürseydim, nefsim için
öldürmüş olabilirdim. Hâlbuki her yaptığımı
Allah için yapmam lâzımdır.
Hz. Ali, hayvanlarını kuyudan
su çekerek sulayan bir bedevî ile anlaştı.
Kuyudan çekeceği her kova su için, bedevîden bir
avuç hurma alacaktı. Hz. Ali su çekmeye başladı.
Son kovayı çekerken, kovanın ipi kopup, kova,
derin kuyunun içine düştü.
Bedevî, kızgınlıkla Hz.
Alinin mübârek yüzüne bir tokat vurup ücreti
olan hurmayı da verdi. Hz. Ali kovayı kuyudan
çıkardı. Bedevîye verip oradan uzaklaştı.
Onun dîni
haktır
Bedevî, Hz. Alinin, derin
kuyudan kovayı çıkarmasına hayret edip, kendi
kendine, Eğer onun dîni hak olmasaydı, bu derin
kuyudan kovayı çıkaramazdı. Küstahlık yapan el
bana lâzım değil diyerek elini kesip Hz.
Alinin evine gitti.
Hz. Ali kapıyı açıp Bedevîyi
görünce, içeride bulunan Resûlullaha haber
verdi. Peygamber efendimiz, Bedevîye, niçin
böyle hatâ ettiğini sordu. Bedevî, ağlayarak
yaptığı küstahlıktan özür dileyip îmâna geldi.
Resûlullah, kesik eli yerine koyup duâ buyurdu.
Hak teâlânın izni ile eli sapasağlam oldu.
Hz. Ali, şehîd edileceği gün
sabah namazına giderken yolda şu beyiti
okuyordu:
Ölüme hazır ol ki, ölüm elbet
gecikmez,
Ölüm gelince artık feryâd
fayda vermez.
Ramazan-ı şerîfin 17. Cuma
günü sabah namazına giderken, İbni Mülcem
tarafından kılıçla alnına vurularak şehîd
edildi. Kûfede, yanî Necef denilen yerde
medfûndur. Diğer üç halîfe gibi Cennetle
müjdelenenlerdendir.
Hz. Alinin kızı ve aynı
zamanda Hz. Ömerin hanımı olan Ümmü Gülsüm,
hâdiseyi duyunca dedi ki:
- Babam da, kocam Ömer gibi
sabah namazında suikaste uğradı.
Hz. Ali, vefât etmek üzere
iken buyurdu ki:
- Yemînle söylüyorum ki,
umduğuma kavuştum.
Sonra Kelime-i şehâdet
getirerek vefât etti.
Altı
nasîhat
Peygamber efendimiz Hz. Aliye
buyurdu ki:
- Yâ Ali! Altıyüz bin koyun
mu istersin, yahut altıyüz bin altın mı veya
altıyüz bin nasîhat mı istersin?
- Altıyüz bin nasîhat isterim.
Peygamber aleyhisselâm buyurdu
ki:
- Şu altı nasîhata uyarsan,
altıyüz bin nasîhata uymuş olursun.
1. Herkes nâfilelerle
meşgul olurken, sen farzları îfa et. Yanî
farzlardaki rükünleri, vacibleri, sünnetleri,
müstehabları îfa et!
2. Herkes dünya ile meşgul
olurken, sen Allahü teâlâyı hatırla! Yanî din
ile meşgul ol, dîne uygun yaşa, dîne uygun
kazan, dîne uygun harca!
3. Herkes birbirinin
ayıbını araştırırken, sen kendi ayıplarını ara!
Kendi ayıplarınla meşgul ol!
4. Herkes, dünyayı imar
ederken, sen dînini imar et, zînetlendir!
5. Herkes halka yaklaşmak
için vâsıta ararken, halkın rızâsını gözetirken,
sen Hakkın rızâsını gözet! Hakka yaklaştırıcı
sebep ve vâsıtaları ara!
6. Herkes çok amel
işlerken, sen amelinin çok olmasına değil,
ihlâslı olmasına dikkat et!
Hz. Ali, Hendek savaşında
müşriklerin en azılıları ile savaştı. Savaşın
iyice şiddetlendiği 22. gün, Amr bin Abdûd adlı
müşriklerin en azılılarından biri, Hendek
kenarlarına gelip meydana er istedi.
Müslümanlardan kimse Amrın davetine cevap
vermedi. Çünkü Resûlullahtan emir bekliyorlardı.
Amrın meydan okuması yedi kere devam
etti.Yedincide Resûlullah efendimiz, Hz. Aliyi
çağırıp huzûruna oturttu ve buyurdu ki:
- Yâ Ali! Benim atıma bin,
kılıcımı al, Amr bin Abdûdun önüne yiğitçe,
cesâretle var! Onun heybetinden, uzun boyundan
endîşe etme! Ben, Hak teâlâdan sana yardım
etmesi için, senin elinle Müslümanların, bunun
şerrinden kurtulmaları için duâ ediyorum.
Avını
gözetliyen arslan
Hz. Ali kılıcını kuşandı.
Atına bindi. Avını gözetliyerek giden bir arslan
gibi, Amrın önüne varıp dedi ki:
- Yâ Amr! Duydum ki sen
Kâbenin karşısında ahdetmişsin ki, Kureyşten
bir kişi senden iki şey istese, birini
yaparmışsın.
- Evet öyle söz verdim.
- Biliyorsun ben Kureyştenim.
Senden iki şey isteyeceğim. Hiç olmazsa birini
kabûl et! Birinci isteğim, Allahın birliğini ve
Muhammed aleyhisselâmın Onun Resûlü olduğunu
kabûl ve tasdîk etmendir.
- Bunu kabûl etmiyorum, başka
ne istiyorsun?
- İkinci isteğim, bu iki
kuvveti hâllerine bırakıp, Mekke-i mükerremeye
gitmendir.
- Bunu kabûl ettim, yalnız Ebû
Bekir, Ömer ve Osmanın başlarını keserim.
- Ey ahmak! Benim başımı
kesmeden onların başını nasıl kesersin?
- Yâ Ali! Sen henüz gençsin,
dünyanın tadını almamışsın, ben senin başını
kesmek istemem.
- Ben Allahü teâlânın yardımı
ve Resûlünün duâsı ile senin başını kesmek
isterim.
Hz. Alinin bu sözü üzerine
Amr, atından inip Hz. Aliye doğru yürüdü. Hz.
Ali de atından indi. Birbirlerine hamle ettiler.
Hz. Ali bir fırsatını bulup, Amrın uyluğunu,
bir kılıç darbesiyle kopardı. Artık işi bitti,
diyerek geriye dönmüş gelirken, Amr, kendi
kopmuş bacağını Hz. Aliye fırlattı. Hz. Ali de
hemen geri dönüp Amrı öldürdü.
Resûlullah efendimiz tekbîr
getirip buyurdu ki:
- Alinin Amr bin Abdûd ile
bir kere karşılaşması, ümmetimin kıyâmete kadar
olan ibâdetinden hayırlıdır.
Dünya
aldatır
Hz. Alinin hikmetli sözleri
çoktur. Bunlardan bazıları şunlardır:
Affetmek fazîlettir. Kararlı
olmak metâdır, sahip olunan maldır. Kararsız
olmak ise zâyi olmaktır. Yalancılık hıyânettir.
İnsâf rahatlık, şer küstahlıktır. Güleryüzlülük
ihsândandır. Doğruluk kurtarır, yalan felâkete
sürükler. Kanâat insanı zengin yapar, yerinde
kullanılmayan zenginlik azdırır. Dünya aldatır,
şehvet kandırır. Hased yıpratır, nefret
çökertir.
Akıllı kimse, günâhlarını
tevbe ile örtendir. Cömert, kötülük yapana
iyilikle karşılık verendir.
Âlim; sözü, işine uygun
olandır. Âlim ilme doymaz.
Hz. Ali, Hayber kalesinin
fethinde, kalenin kapısını koparıp, kalkan
olarak kullanmıştır. Bu savaşta Hz. Ali'nin
gözleri ağrıyordu. Resûlullah efendimiz onu
çağırtarak gözlerine üfledi ve şifa bulması için
Allahü teâlâya duâ etti. Hz. Ali'nin gözlerinde
bir ağrı sızı kalmadı.
Bu savaşta, yahudilerin meşhur
pehlivanı Merhab:
-Hayber halkı iyi bilir ki:
ben, gelip çatan harplerin tutuştuğu, kızıştığı
zamanlarda, tepeden tırnağa kadar silâhlanmış,
cesaret ve kahramanlığı denenmiş Merhab'ımdır.
Ben, kükreyerek geldikleri zaman aslanları bile
kâh mızrakla, kâh kılıçla vurup yere
sermişimdir, diyerek Müslümanlardan er diledi.
Bunun üzerine Hz. Ali:
-Ben oyum ki: anam bana
Haydar, Arslan adını takmıştır! Ben, ormanların
heybetli görünüşlü arslanı gibiyimdir. Sizi,
geniş ölçüde ve çarçabuk tepeleyici bir er
kişiyimdir, diye şiir söyleyerek Merhab'ın
karşısına dikildi.
Bu şiir Merhab'a o gece
gördüğü rüyâyı hatırlattı. Rüyâsında kendisini
bir arslanın parçaladığını görmüştü. Hz. Ali,
Merhab'la karşı karşıya geldiğinde, Merhab'ın
tepesine öyle bir kılıç indirdi ki, kılıç,
Merhab'ın siperlendiği kalkanını ve demirden
miğferini kesti. Başını, ikiye ayırdı. Merhab'ın
başına inen kılıncın çıkardığı ses o kadar fazla
idi ki, Hayber karargâhında bulunan Ümm-i
Seleme:
-Merhab'ın dişlerine kadar
inen kılıcın sesini ben de işittim, demiştir.
Hz. Ali, o gün yahudilerin en
namlı kişilerinden sekizini öldürmüştür.
Hayber gazâsından dönen Hz.
Ali'ye Peygamber efendimiz:
-Yâ Ali, eğer halk, Îsâ'ya
söylediklerini söylemiyecek olsalardı, senin
hakkında çok sözler söylerdim. O zaman herkes,
bereketlenmek için, ayağının tozunu alır, abdest
suyunu şifâ için hastalarına verirlerdi. Seni
şehid ederler. Âhırette havzımın üzerinde
halîfemsin. Cennete en önce sen girersin. Seni
sevenler nurdan minberler üzerinde olur,
buyurunca, Hz. Ali şükür secdesi yaptı.
Hz. Ali bir müfreze gönderdiği
vakit başına tâyin ettiği kimseye şöyle derdi:
-Sana Allahtan korkmanı
tavsiye ederim. O, hem dünyaya, hem de âhirete
mâliktir. Vazîfene sarıl. Seni Allaha
yaklaştıracak olana yapış. Çünkü dünyada yapıp
da bıraktıklarını, yarın karşında hazır
bulacaksın.
Sakif'ten bir
zat anlatır:
Hz. Ali, beni vâli tâyin etti
ve şehrin halkının yanında bana şöyle dedi:
-Vergiyi tam olarak al! Bu
işte sakın sende bir zaaf görmesinler.
Daha sonra bana şöyle dedi:
-O sözü onların yanında
söylememin sebebi, onlar hîlekâr bir kavimdir.
Onlara âit bir elbiseyi, yedikleri bir şeyi,
taşıt olarak kullandıkları bir hayvanı alıp
satma. Para yüzünden onları kırbaçlama ve ayakta
da bekletme. Vergi olarak aldıklarından, onlara
bir mal satma! Eğer bu sözlere muhâlefet edersen
Allah benim yerime seni yakalar. Emre muhâlif
bir hareketini duyarsam seni azlederim.
Hz. Ali, İslamiyeti kabul
ettikten sonra, bütün Mekke devrini teşkil eden
on üç sene Peygamber efendimizin yanında, Onun
huzur ve hizmetlerinde bulundu. Peygamber
efendimizin sevgi ve iltifatlarına kavuştu.
Mekkeli müşriklerin bütün eza ve cefalarına
katlanarak Peygamber efendimizin en yakın
yardımcılarından oldu.
Mescid-i Nebevinin inşaatında
çok gayret gösterdi. Bedr, Uhud, Hendek ve diğer
bütün gazalarda bulundu ve fevkalade gayret ve
kahramanlık gösterdi. Yalnız Uhud Gazasında on
altı yerinden yara aldı. Pekçok gazada
Resulallah sallallahü aleyhi ve sellem sancağı
Hz. Aliye teslim etmiştir.
Vâhiy
kâtipliği yaptı
Hz. Ali, Hudeybiye
Antlaşmasında sulh şartlarının yazılmasında
vazife aldı. Hayber Gazasında bulunup, büyük
kahramanlıklar gösterdi. Bu savaşta, ağır bir
demir kapıyı kalkan olarak kullanmıştır. Huneyn
Gazasında da büyük kahramanlıklar gösteren Hz.
Ali, Tebük Gazasında, Resulullah efendimiz
tarafından vazifeli olarak Medinede bırakıldığı
için bulunamadı. Daha sonra Yemen Muharebesinde
ordu kumandanı olarak vazifelendirildi. Mekke-i
mükerreme feth edilince, Kabedeki putları imha
vazifesi ona verildi.
Peygamber efendimiz vefat
edince, o yıkayıp kefenledi. Bu son mübarek
vazife, ona ve Hz. Abbas, Üsame bin Zeyd, Fadl
ve Kuseme nasib oldu. Definden sonra halife
seçilen Ebu Bekre biat edip onun devlet
işlerini yürütmede istişare ettiği zatlardan
oldu ve kadılık (hakimlik) görevlerinde bulundu.
Hz. Ömerin halifeliğine de biat edip, halifenin
danışmanı ve hakimliğini yaptı. Hz. Osmanın da
halifeliğine biat edip, hilafet işlerinde onun
vezirliğini yaptı.
Hz. Osmanın şehit
edilmesinden sonra 656 Zilhicce ayında halife
oldu. Hz. Osmanı şehit edenlerin
cezalandırılmaları hususunda çıkan ictihad
ayrılıklarından dolayı karşı karşıya gelen iki
ordu arasında tam anlaşma olmuştu ki, Abdullah
bin Sebe ismindeki Yahudi, gece karanlığında
grubu ile birlikte Basralıların üzerine
saldırdı. Gece karanlığında kimse ne olduğunu
anlayamadı. Üç gün savaş devam etti. Cemel
(Deve) Vakası olarak bilinen bu hadisede Aişe-i
Sıddika esir alınınca, Hz. Ali hürmet ve ikram
edip kendi askerleri arasında bulunan kardeşi
Muhammed bin Ebu Bekr ile Medineye gönderdi.
Bir sene sonra Sıffin denilen yerde Hz.
Muaviyenin ordusu ile yüz günde doksan meydan
muharebesi yaptı. Askerlerinden yirmi beş bin,
karşı taraftan kırk beş bin kişi şehid oldu.
Karşı taraftan gelen sulh teklifi ile antlaşma
olunca, ordusundan yedi bin kişi ayrıldı.
Bunlara harici denildi.
660 senesinde Ramazan-ı şerif
ayının on yedinci Cuma günü sabah namazına
giderken İbn-i Mülcem adlı bir harici tarafından
başına kılıçla vurularak şehit edildi. Kabirleri
Necef denilen yerdedir.
Halifeliği devrinde zuhur eden
fesatçılarla mücadele ettiğinden, sükun ve huzur
bulamamıştır. Hükumet idaresinde Hz. Ömerin
yolunu tutmuştur. Her işin emniyet ve istikamet
dairesinde yapılmasına çalışır, halka şefkat
gösterirdi. Her tarafta askeri birer merkez
vücude getirmişti.
Hakkında bir kaç ayet-i kerime
nazil olup, pek çok hadis-i şerifle medhedildi.
Ehl-i sünnetin gözbebeği, evliyanın reisi,
kerametler hazinesidir. Adalet, ilim, cömertlik,
merhamet ve diğer yüksek faziletleri kendisinde
toplamıştır. Peygamber efendimiz Hz. Aliye
cömertlerin sultanı manasına Sultan-ül-eshiya
buyurmuşlardır.
Buğday benizli, orta boylu,
uzun gerdanlı, güler yüzlü, iri siyah gözlü,
geniş göğüslü, iri yapılı ve sık sakallı
görünüşe sahib olan Hz. Ali, ilim ve amel
bakımından en yüksek derecede idi. Allah
korkusundan devamlı ağlardı. Namaza durunca,
alem alt-üst olsa, haberi olmazdı.
Hz. Ali'nin Hz. Fatıma'dan
Hasan, Hüseyin ve Muhsin adında 3 erkek, Zeyneb
ve Ümmü Gülsüm adında iki kızı olmuştur. Hz.
Fatıma'dan sonra evlendiği hanımlarından 15
erkek, 16 kız çocuğu olmuştur.
Hz. Ali, fevkalade beliğ ve
fasih konuşurdu. Peygamber efendimizden sonra,
onun derecesinde beliğ hutbe okuyacak bir
başkası yok idi. Arap lisanının ilk kaidelerini
koyan odur. Bu sebeple Kuran-ı kerimin lisanına
herkesten çok aşina idi. Devamlı Peygamber
efendimizin yanında bulunması ve onun feyizli
nurlarına ilk kavuşanlardan olması sebebiyle
Kuran'ın hükümlerini en iyi bilen o idi.
Tefsire dair birçok rivayetler bildirmiştir.
Bilhassa ayetlerin iniş sebepleri konusunda
birçok rivayetleri vardı. Bu konuda buyuruyor
ki:
-Sorunuz, bana ne
sorarsanız, size cevabını veririm. Allahın
kitabını bana sorunuz. Vallahi bir ayet yoktur
ki, ben onun gecede mi, gündüzde mi, kırda mı,
dağda mı nazil olduğunu bilmiyeyim.
Bu sebeplerden dolayı,
hakkında birçok rivayet olup, anlaşılması güç
meselelerde, onun rivayeti tercih edilmiştir.
Hacc-ı Ekberin kurban bayramı olduğuna dair
olan rivayeti gibi.
Hz. Ali, Ehl-i beytten olması
sebebiyle, Peygamber efendimizin sünnetine
herkesten daha fazla vakıftı. Bu hususta
herkesin müracaat kapısıydı. Bizzat Resulullah
efendimizden duyarak yazdığı bir hadis sahifesi
vardı. Bu sahife, Sahifetü Ali bin Ebi Talib
adıyla 1986da yayınlanmıştır. Kendisinden 586
hadis-i şerif bildirilmiştir. Bunlardan 20
tanesi hem Buharide, hem de Müslimde bulunur.
Bundan başka 9 hadis-i şerif Buharide, 15 hadis
Müslimde, tamamı da Ahmed bin Hanbelin Müsned
adlı kitabında vardır.
Hz. Ali, Eshab-ı kiramın en
büyük fıkıh alimlerindendi. Halledilemeyen
mevzular ona havale edilirdi. Hatta Hz. Ömer
buyurur ki:
-Şayet Hz. Ali olmasaydı, Ömer
helak olurdu.
Fıkha dair bildirdiği
hükümler, Mevsûatü Fıkhı Ali bin Ebi Talib
adıyla yayınlanmıştır.
Hz. Alinin hikmetli sözleri
birçok kitaplarda toplanmıştır. Bunlardan Emsalü
İmam Ali, Gurer-ül-Hikem ve Dürer-ül-Kilem adlı
eserler basılmıştır. Bu kitaplardaki sözlerinde
Hz. Ali buyuruyor ki:
Affetmek fazîlettir. Kararlı
olmak metâ'dır, sahip olunan maldır. Kararsız
olmak ise zâyi olmaktır. Doğruluk emânet,
yalancılık hıyânettir. İnsâf rahatlık, şer
küstahlıktır. Emânete hıyânet etmemek,
îmândandır, güler yüzlülük ihsândandır. Doğruluk
kurtarır, yalan felâkete sürükler. Kanâat insanı
zengin yapar, yerinde kullanılmayan zenginlik
azdırır. Dünya aldatır, şehvet kandırır. Lezzet
oyalar, nefsin arzuları alçaltır. Hased
yıpratır, nefret çökertir.
Akıllı kimse, günâhlarını
tövbe ile örtendir. Cömert, kötülük yapana
iyilikle karşılık verendir.
İlim; güzel bir mîrâs,
genel bir ni'mettir. İnsaf, ihtilâfı giderir,
ülfeti getirir.
Adâlet; îmânın başıdır,
ihsânın birleştiği noktadır ve îmânın en yüksek
mertebesidir.
Âlim; sözü, işine uygun
olandır. Âlim ilme doymaz.
Hikmet; akıllıların
bahçesi, ermişlerin mesîresidir, gezinti
yeridir.
Akıllı; şehvetten uzaklaşan,
âhıreti dünya ile değişmeyendir. Akıllı, yalnız
ihtiyâcı kadar ve delille konuşur, sâdece
âhıretinin ıslâhı için çalışır. Akıllı,
günâhlardan sakınır, ayıplardan uzak durur.
Cömertlik günâhları siler, kalblere sevgi eker.
Câhil; dayakla uslanmaz,
nasîhatlerden payını almaz.
İlim; insanı akla götürür, kim
ilim öğrenirse akıllanır. İlim; rûhu ihyâ eder,
diriltir. Aklı aydınlatır, cehâleti öldürür.
Zulüm; ayakların kaymasına,
ni'metin yok olmasına, milletlerin helâkine
sebep olur.
Gerçek mü'minin sevgisi,
kızması, birşeyi alması, yapması ve terki, hep
Allah için olur.
Kâmil mü'min gizli şükür eder,
belâya karşı sabır eder, ümîd hâlinde iken bile
korkar.
Akıllı kimse, ibâdetle,
nefsin arzusuna karşı gelendir. Câhil kimse,
günâh işleyerek nefsin arzusuna uyandır.
Allaha kavuşmak, kötü
insanlardan uzak durmakla olur.
İhtiraslı kimse, bütünüyle
dünyaya mâlik olsa bile yine fakîrdir.
Doğruluk, İslâmın direği,
îmânın desteğidir.
Allahın azâbından korkmak,
müttekîlerin, takvâ sahiplerinin nişânıdır.
Dînin esâsı, emâneti yerine
vermek, sözünde durmaktır.
Hased eden dâimâ hastadır,
cimri insan, dâimâ fakîrdir.
Başa kakan, nefret ateşini
körükler.
Kanâatkâr olmak, boyun eğme
zilletinden daha hayırlıdır.
Olgunluk üç şeyde gereklidir:
Musîbetlere sabır, isteklerde aşırıya kaçmamak
ve istiyene vermektir.
Yumuşaklık, durulmayı çabuk
sağlar ve zor olan şeyleri kolaylaştırır.
Âlim, câhili hemen tanır,
çünkü daha önce o da câhildi. Câhil âlimi
tanımaz, çünkü daha önce âlim değildi.
Akıl ve ilim, birbirinden
ayrılmayan ve zıt olmayan iki kardeş gibidir.
Îmân ve hayâ, birbirinden
kopmayan bir bütündür.
Îmân ve ilim, ikiz kardeş
ve birbirinden ayrılmayan arkadaş gibidir.
Öfke, tutuşturulmuş bir ateş
gibidir. Her kim ki öfkesine hâkim olursa, onu
söndürür ve her kim onu salıverirse, ilk yanan
kendisi olur.
Ahmaklık, dermânı bulunmayan
bir dert, şifâsı olmayan bir hastalıktır.
Allah için kardeş olanların
sevgisi, sebebi dâim olduğu için devam eder.
Dünya için kardeş olanların sevgisi, sebebi
devam etmediği için, kısa sürer, bir an gelir
son bulur.
Akıllı, sustuğu vakit
tefekkür, konuştuğu vakit zikir eder, baktığı
vakit de ibret alır.
Kendisi amel etmeksizin Allah
yoluna çağıran kişi, oksuz yaya benzer.
Sükût, sana vakar kazandırır
ve seni özür dileme zahmetinden kurtarır.
İhtiras, gâfillerin kalbinde
şeytanların sultânıdır.
Hasedcilerin en ehveni, hased
ettiği kişinin elindeki ni'metlerin yok olmasını
ister.
İlim, insanı Allahın emrettiği
şeylere götürür, zühd ise o şeylere erişilmesini
kolaylaştırır.
Korkaklık, ihtiras ve
cimrilik, Allaha karşı kötü zannın bir araya
getirdiği kötü arkadaşlardır.
Mal, harcandığı kadar sâhibine
ikrâmda bulunur. Kişinin yaptığı cimrilik kadar
ona ihânet eder.
Fakîh öyle biridir ki,
insanları Allahın rahmetinden ümitsizliğe
düşürmez ve onları Allahın rahmetinden yüz
çevirtmez.
Mal ve çocuklar, dünya
hayâtının zînetidirler. Sâlih amel de, dünyadan
âhırete götürülen mahsûldür.
Allah için seven bir kardeş,
en yakından daha yakın, anne ve babalardan daha
merhametlidir.
Amel eden câhil kişi, yoldan
başka yerde yürüyen gibidir. Bu yürüyüşü ona,
ihtiyâcından uzaklaşmaktan başka birşey
kazandırmaz.
İnsan, sözü ile tartılır veya
işi ile değerlendirilir. Seni zînet yönünden
ağır getirecek şeyi söyle ve kıymetini artıracak
şeyi yap.
Yalancı, sözünde suçludur,
isterse delîli kuvvetli ve ağzı lâf yapan biri
olsun.
İstişâre, danışma sana
rahatlık, başkasına yorgunluktur.
Dünya mü'minin hapishânesi,
ölüm hediyesi, Cennet de varacağı yerdir.
Dünya kâfirin Cenneti, ölüm
korkulu rü'yâsı, Cehennem de varacağı son
duraktır.
Allaha tâatle uğraşmak en
kârlı iş, doğru konuşan dil ise, en güzelidir.
Gaddarlık, herkes için kötü
bir şeydir. Şan, şeref sâhibi ve büyük zâtlar
için daha çirkindir.
Takvâ, dîni ıslâh, nefsi
muhâfaza eder ve mürüvveti süsler.
Akıllı; alçak dünyadan el
çeken, Cennet-i a'lâya göz dikendir.
Sabır en güzel huy, ilim en
şerefli süs eşyasıdır.
Kalblerin gafletine, gözlerin
uyanık olması fayda vermez.
Sıkıntıya düşmeden önce
emniyet tedbirini alan kimse, ayağını sağlam
yere basmış olur.
Sabır, insanın başına gelene
katlanması demektir. Onu kızdırana karşı da
kendisine hâkim olmaktır.
Korku kaderi değiştirmez,
yalnız sevâbın yok olmasına sebep olur.
İhtiras, rızkı artırmaz.
Kârlı olan, dünyayı âhıretle
değiştirendir.
Cimri, dünyada kendi nefsine
cömert davranmaz, bütün malını mîrâsçılara
vermeye râzı olur.
Mal, sâhibini dünyada
yükseltir, âhırette alçaltır.
Hased, bir dert ve hastalık
olup, hased eden veya olunan helâk olmadıkça
çâresi bulunmaz.
Günâhlar birer dert olup,
devâsı istigfârdır.
Sabır iki kısımdır: Sevmediğin
şeye sabretmek ve sevdiğin şeye sabretmek.
Sabır, en güzel îmân kisvesi
ve insanların en şerefli ahlâkıdır.
Şek ,şüphe, yakîni bozar,
îmânı yok eder.
Mürüvvet; insanın,
kendisini lekeleyecek şeylerden kaçınması ve
güzellik kazandıracak şeylere yaklaşmasıdır.
Cömertlik ve cesâret, şerefli
maksatlar olup, Allahü teâlâ bunları sevdiği ve
denediği kişilere ihsân eder.
Sıkıntıya karşı sabır etmek,
bolluk ânındaki âfiyetten daha efdaldir.
Akıllı, iyiliklerini
canlandıran, kötülüklerini öldürendir.
Tûl-i emel, fazla yaşama
arzusu, serâb gibidir, bunu gören su sanıp
aldanır.
İyiliği tamamlamak, yeniden
başlamaktan daha hayırlıdır.
Kendi nefsinden râzı olan,
aldanmıştır. Ona güvenen, mağrûr ve yolunu
şaşırmıştır.
Gerçek dost, ayıbını görüp
nasîhat eden, gıyâbında seni koruyan ve seni
kendisine tercîh edendir.
Ahmaklık; herşeyi fuzûliymiş
gibi hiçe saymak ve câhil insanlarla arkadaşlık
kurmaktır.
Allah için dost olan, kişiye
doğru yolu gösteren, fesattan uzaklaştıran ve
ibâdetlerinde yardımcı olandır.
İlim, maldan daha
hayırlıdır. İlim seni, sen de malı korursun.
Fazîlet; çok mal ve büyük
işlerle değil, güzel kemâliyet ve hayırlı
işlerle olur.
İslâmiyet, teslimiyettir.
Teslimiyet, yakîndir. Yakîn, tasdîktir. Tasdîk,
ikrârdır. İkrâr, edâdır, yerine getirmektir. Edâ
ise ameldir.
Fazîlet, en iyi maldır.
Cömertlik, en güzel mücevherdir. Akıl, en güzel
zînettir. İlim, en şerefli meziyettir.
Adâlet, halkın dirliği ve
düzeni, idârecilerin süsü ve güzelliğidir.
Akıllı kimse; dilini kötü söz
ve gıybetten koruyan, mü'min; kalbini şek ve
şüpheden temizleyendir.
İyilikle emretmek, insanların
en fazîletli amelleridir.
İffet; nefsin koruyucusu ve
kinlerden paklayıcıdır.
Sabır iki kısımdır; belâya
sabır iyi ve güzeldir. Bundan daha güzeli,
harâmlara karşı sabırdır.
Harâmlardan çekinmek,
akıllıların şânı, şereflilerin tabiatındandır.
Allah korkusundan dolayı göz
yaşı dökmek, kalbi nûrlandırır. Tekrar günâh
işlemekten insanı korur.
Yaptığı günâh bir işle
öğünmek, o günâhı yapmaktan daha kötüdür.
Ârifin, yüzü nûr ve
tebessüm, kalbi korku ve hüzün doludur.
Dünya; güzel, aldatıcı ve
geçici bir serâb, çabuk yıkılan bir dayanaktır.
Sevgi, kalblerin birbirine
yakınlaşması ve rûhların ünsiyetidir.
Yumuşaklık, öfke ateşini
söndürür. Hiddet ise öfke ateşini körükler.
Mü'min, baktığında ibret
alır. Bir şey verilirse, şükür eder. Musîbet ve
belâya uğrayacak olursa, sabır eder. Konuşacak
olursa, Allahü teâlâyı hatırlatır.
Akıl, mü'minin dostu; ilim,
vezîri, sabır, askerlerinin komutanı ve amel ise
silâhıdır.
Îmân ile amel, ikiz kardeş
olup, birbirinden ayrılmazlar.
Hased edenin sevgisi
sözlerinde görülür. Kinini işlerinde gizler. Adı
dost, fiili düşmancadır.
Yumuşak başlı olanlar; en
sabırlı, derhal affedici ve en güzel huylu olan
kimselerdir.
Allahü teâlâdan hayâ etmek,
insanı Cehennem azâbından korur.
Gaflet, insana gurûr getirir,
helâke yaklaştırır.
Mü'min, dünyaya ibret gözü
ile bakar. İhtiyâcı için karnını doyurur.
Dünyadan konuşulduğu vakit, nefret ve tenkid
kulağı ile dinler.
Fazîlet, gücü yettiğinde
affetmektir.
Hayâ ve cömertlik, ahlâkların
en efdalidir.
Kötü insan, hiç kimseye iyi
zan beslemez. Çünkü o, herkesi kendisi gibi
görür.
Kâmil olan kimse, aklı, arzu
ve isteklerine galip gelendir.
Söz ilâç gibidir. Azı faydalı,
çoğu zararlıdır. |