Son Peygamber MUHAMMED
ALEYHİSSELÂM
Peygamber Efendimizin
(s.a.v.) Doğumu, Çocukluğu ve Gençliği
İnsanlığı hakka ve hakikata sevkedip dünya ve ahiret saadetlerini
sağlamak üzere Allah Teala tarafından gönderilen peygamberlerin
sonuncusu ve alemlerin rahmeti olan Peygamber Efendimiz, genellikle
kabul edildiğine göre 20 Nisan (12 Rabiulevvel) 571 Pazartesi günü
Mekke'de doğdu. İslam tarihi kaynakları, Hz. Peygamber'in nesebi ta
Hz. Adem'e kadar sıralanan Şecere tabloları ile belirlemişlerdir. Bu
kaynaklarda Hz. Peygamber'in yirminci göbekten atası olan Adnan'a
kadar ittifak edilmiş, ancak Adnan'dan sonra verilen isimlerde bazı
farklılıklar ortaya çıkmıştır. Ama O'nun Hz. İbrahim'in oğlu Hz.
İsmail soyundan olduğunda şüphe yoktur. Buna göre Adnan'a kadar
Rasulullah'ın şeceresi şöylece sıralanır: Muhammed b. Abdullah b.
Abdülmuttalib b. Ha-şim b. Abdümenaf b. Kusayy b. Kilab b. Mürre b.
Ka'b b. Lüeyy b. Galib b. Fihr b. Malik b. En-Nadr b. Kinane b.
Huzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizar b. Me'add b.
Adnan. Hz. Peygamber'in doğumundan iki ay kadar önce
babası Abdullah, ticarî bir seferden dönüşünde Yesrib (Medine)'de
vefat etmişti. Annesi Amine, Kureyş Kabilesinin kollarından Benü
Zühre'nin reisi Vehb b. Abdümenaf'ın kız idi. O sıralarda Mekke
eşrafı, çocuklarını çölde bir süt anneye vererek emzirme adetine
sahip oldukları için Hz. Peygamber, kendi annesi Amine tarafından
ancak bir kaç kez emzirilmiş, süt anneye verilinceye kadar da amcası
Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe, O'na süt annelik yapmıştı. Daha sonra
Mekke'ye komşu çöllerde yaşayan Hevazin kabilesinin kollarından Benü
Sa'd'a mensup Halîme bint Ebî Züeyb, uzun süre Hz. Peygamber'e süt
emzirmiştir. Mekke eşrafı tarafından Mekke'nin ağır ve sıcak havası
çocukların gelişimine ve sağlıklarına zararlı görülüyor; ayrıca hac
münasebetiyle her kesimden insanla temas halinde bulunan Mekke'de
arap dili, yabancı tesirler altında kalabildiğinden, fesahat ve
belağata önem veren Mekkeliler çocuklarının dili öğrendikleri ilk
yıllarının Arapçanın saf ve bozulmamış şekliyle ve olanca fesahat ve
belagatıyla arı duru konuşulduğu badiyelerde geçmesini gerekli
görüyorlardı. Bu bakımdan Araplar arasında fasih Arapçaları ile ün
yapmış Benü Sa'd kabilesi arasında yaklaşık ilk iki buçuk yılını
geçiren Hz. Peygamber, ileride üstleneceği ilahî risalet görevi için
hem bedenen, hem de ruhen burada hazırlanmış oluyordu. Hz.
Peygamber'in kırk yaşından itibaren yürüttüğü İslam'a davet
vazifesi, kabul etmek gerekir ki, aslında meşakkatli, yorucu, bir
takım sıkıntıları olan mukaddes bir vazifedir. İşte bu yorucu ve
meşakkatli görevi layıkıyla yerine getirebilmek için sağlam ve
sıhhatli bir bünyeye sahip olmak gerekiyordu. Hz. Peygamber,
böylelikle çocukluğunun ilk yıllarında Mekke'nin boğucu sıcak ve
sıtmalı havasından uzaklaşmış, suyu ve havası güzel bâdiyede
sağlıklı bir şekilde gelişme imkanını bulmuş oluyordu. Diğer
taraftan güzel konuşmanın kitleler üzerindeki etkisi malumdur.
İleride muhtelif insan kitlelerine muhatap olacak bir peygamberin
şüphesiz iyi bir dil bilgisine sahip olması ve dili, davasının
uğrunda en iyi şekilde kullanması gerekiyordu. İşte bu yönlerden Hz.
Peygamber henüz çocukluğundan itibaren davet faaliyeti için
hazırlanıyordu. Yalnız kendisi henüz o sıralarda ileride peygamber
olacağı konusunda hiç bir bilgiye sahip olmadığından, bu hazırlanma
O'nun bizzat iradesi ile ve bilerek olmayıp, Cenab-ı Hakk'ın
yönlendirmesi, kontrol ve murakabe altında tutması şeklinde cereyan
ediyordu. Peygamber Efendimizin süt annesi Halime'nin yanında iken
vuku bulan "Göğsünün yarılması" (Şerhu's-Sadr veya Şak-ku's-Sadr)
olayını da yine davete hazırlık olarak değerlendirmek gerekir. Bu
olayda Hz. Peygamber'in göğsü, görevli iki melek tarafından
yarılmış, kalbi çıkarılarak Şeytanın ve nefsin tasallut ve
saptırmasından arındırılmış ve Zemzem'le yıkanarak tekrar yerine
konulmuştur. Böylece Hz. Peygamber, ruhen davete hazırlanmış
oluyordu. Şerhu's-sadr olayından sonra süt anne Halime tarafından
Mekke'ye getirilerek öz annesi Amine ve dedesi Abdülmuttalib'e
teslim edilen Hz. Muhammed, altı yaşına kadar annesi Amine'nin
yanında kaldı. Bu sıralarda Amine, Hz. Peygamber'i de yanına alarak
Medine'deki akrabalarını ziyarete gitmişti. Bu vesile ile, altı yıl
kadar önce Medine'de ölen eşinin kabrini de ziyaret etmiş olacaktı.
Bir ay süren bir misafirlikten sonra Mekke'ye dönerken henüz
Medine'den pek fazla uzaklaşmadan Ebvâ denilen köyde Amine aniden
rahatsızlandı ve vefat etti; oraya da defnedildi. Artık hem yetim,
hem de öksüz kalan çocuğu bu yolculukta kendilerine refakat eden
dadı Ümmü Eymen Mekke'ye getirip dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti.
Yaşlı dede, kalben büyük bir muhabbet beslediği bu yavruyu sevgi ve
rahmetle iki yıl bağrına bastı. Abdülmuttalib'in temsil ettiği
Haşimoğullarının Mekke'deki itibarı ile Abdülmuttalib'in şahsî
özellik, kabiliyet ve ahlaki faziletleri ve özellikle bir zamanlar
yeri kaybolan kutsal Zemzem suyunu olgunluk devrelerinden tekrar
bulup çıkarmış olması, onun Mekke'de kendisine son derece saygı
duyulan, sözüne itibar ve itaat edilen bir reis haline gelmesini
sağlamıştı. Abdülmuttalib, Kabe duvarına bitişik olarak sırf
kendisine mahsus serilen minderde ve Mekke idare meclisi hüviyetini
taşıyan Daru'n-Nedve'de Mekke halkının çeşitli problemlerini dinler
ve çözüm yolları arardı. Dedesi Abdülmutta-ib'in yanından hiç
ayrılmayan küçük Muhammed, Daru'n-Nedve'de yapılan idareye ve
çeşitli problemlere ait müzakerelerde de dedesinin yanında bulunuyor
ve daha o yaşlarından itibaren zulmün hakim olduğu Mekke toplumunda
ortaya çıkan problemleri, insanların dinî, idarî, iktisadî, ilmî,
içtimaî yönlerden nasıl bir bataklığın içinde bulunduklarını
yakından görüp idrak ediyordu. Hz. Peygamber sekiz yaşına geldiği
zaman Abdülmuttalib seksen iki yaşına erişmişti ve yaşlı bünye,
uğradığı hastalıklara tahammül edemeyerek bu dünyadan ayrıldı.
Abdülmuttalib vefatından önce sevgili torununu oğulları arasında,
Hz. Muhammed'in babası Abdullah'la ana-baba bir kardeş olan Ebû
Talib'e teslim etmişti. Artık Hz. Muhammed sekiz yaşından yirmibeş
yaşına kadar amcası Ebû Talib'in yanında kalmıştır.
Gelecekte peygamber olacağı hakkında ne kendisinin ne de çevresinin
kesin bir bilgisi olmadığından, tabiîdir ki Hz. Peygamber'in bu
devrelerdeki hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur. Ancak sadece Hz.
Peygamber'i değil, aynı zamanda diğer Mekkelileri de ilgilendiren
bazı olaylarda Hz. Peygamber'in aldığı yer ve oynadığı rol,
kaynaklarımızda tespit edilmiştir. Bu devreye ait mevcut bilgiler
arasında şüphesiz önemli olanlarından birisi, Hz. Peygamber'in Rahib
Bahîra ile karşılaşması meselesidir. Hz. Peygamber on iki yaşlarında
iken amcası Ebû Talib ile birlikte Şam'a doğru yol alan ticarî bir
kervana katılmış ve kafile Şam yakınlarında Busrâ adlı bir mevkide
mola verdiği zaman buradaki manastırda bulunan Bahîra adlı rahib,
İslam kaynaklarına göre Hz. Peygamber'deki özelliklere bakarak O'nun
ileride çıkması beklenilen son peygamber olabileceği kanaatine
varmıştı. Müsteşrikler bu olayı kendi yanlı bakış açıları ile ele
alarak islam'ın doğuşunda Hristiyan rühiyatının etkileri olduğunu,
Rahib Bahîra'nın dinî telkinlerinin tesirinde kalan Hz. Muhammed'in
bu dinî şuuru geliştirerek ileride İslam'ı ortaya attığını iddia
ederlerse de, İslamiyet'in temelini oluşturan tevhid akidesi ile
Hristiyanlığın temeli olan teslis inancının asla bağdaşamaz bir
karakterde oluşu, İslam'ın Hristiyanlık'da mevcut teslis düşüncesini
şirk olarak kabul etmesi, bu iddianın ne derece asılsız gülünç
olduğunun en açık delillerindendir. Hz. Peygamber, bu ilk seferin
ardından daha sonraki, yıllarda diğer amcaları ile birlikte Mekke,
dışına yapılan bazı ticari seferlere katılmış, muhtelif bölgelerde
yaşayan insanların farklılık arzeden dinleri, örf ve adetleri, hal
ve vaziyetleri hakkında bilgi sahibi olmuştur. Peygamber Efendimizin
daha sonraları İslam'ı tebliğ ederken bu bilgilerinden istifade
etmesi tabiî olduğuna göre cereyan eden bu olayları da O'nun
peygamberliğe ilmen hazırlanması olarak değerlendirmek gerekir.
Cenab-ı Hakk'ın kontrol ve murakabesi, müstakbel Peygamberi ruhen de
davete hazırlıyor ve cahiliye döneminin her türlü şirk ve
sapıklığından, kötülük ve ahlaksızlığından uzak tutuyordu.
Mekkelilerin dinî bir ayini ve bayramı olan Büvane'ye çocukluk
yıllarında amca ve halalarının zorlamaları ile götürülen Hz.
Muhammed, adet üzere diğer akrabalarının yaptığı şekilde burada
hazır bulundurulan bir puta tapmak için sıraya girdiğinde, henüz
kendisine sıra gelmeden ilahi bir ikaz ile puta tapmaktan
alıkonulmuş ve olayın haşyeti içerisinde Hz. Peygamber kısa bir
baygınlık geçirmişti. Bu olaydan sonra artık akrabaları O'na putlara
tapmak için her harhangi bir ısrarda bulunmadılar. Tabiidir ki
Peygamber Efendimiz çocukluk yıllarından itibaren hayatı boyunca
asla hiç bir puta tapmadığı gibi, onlar adına kurban kesmemiş,
putlar adına kesilen hayvanların etini yememiş, onlar adına yemin
etmemiş, hatta onların adını dahi ağzına almaktan hoşlanmadığını
belirtmişti. Geçim sıkıntısı çeken amcası Ebu Talib'e yardırcı olmak
için gençlik yıllarında Mekkelilere ücretle çobanlık, yapan Hz.
Muhammed, çobanlığı sırasında Mekke'nin dağdağalı, debdebeli, şirkin
hakim olduğu havasından uzaklaşarak tabiatla karşı karşıya gelmiş,
bu anlarda muhakeme ve idrak gücü gelişerek herşeyin yaratıcısı olan
Cenab-ı Allah'ın varlığı ve birliğini, O'na eşler koşmanın sapıklık
olduğunu iyice kavramış, karşılaştığı bir takım sıkıntı ve
meşakkatler O'nu ruhen olgunlaştırmıştı. Çobanlık yaptığı günlerden
birisinde sürüsünü bir çoban arkadaşına emanet ederek Mekke'de
tertiplenen gece eğlencelerini seyretmek için kırdan şehire inen Hz.
Peygamber, eğlence yerine gelip oturur oturmaz Cenab-ı Hakk'ın
kendisine verdiği bir uyku ile, içkilerin içildiği, oyunların
oynandığı, ahlaksızlıkların yapıldığı bu işret alemini seyretmekten
dahi alıkonulmuştu. Bir başka sefer yine böyle bir eğlenceyi
seyretme arzusu aynı şekilde engellenmiş; artık bir daha da Hz.
Peygamber böyle bir şeye teşebbüs etmemiş, istek de duymamıştı. Hz.
Peygamber yirmi yaşlarında iken Mekkeliler ile Hevazin kabilesi
arasında Ficar Harbi vuku buldu. Aslında savaşabilecek bir yaşta ve
güçte olmasına rağmen Hz. Peygamber bu harpte sadece savaş alanının
gerisine düşen okları toplayıp amcalarına vermekle yetinmişti.
Böylece genellikle cephe gerisinde bulunmasına rağmen bu olayın
O'nda harp taktik ve teknikleri, sevk ve komuta gibi konularda
tecrübeler oluşturduğu bir gerçektir. Peygamberliğinden sonra dahi
hatırladığı zaman bir üye olarak katılmaktan şeref ve iftihar
duyduğunu açıkça belirttiği Hılfü'l-Fudul ise hemen bu savaştan
sonra gerçekleşmişti. Bu vesile ile Hz. Peygamber, cemiyet
meselelerini yakînen tanımış, cahiliye toplumunda güçlünün güçsüzü
nasıl ezdiğini, güç ve kuvvet karşısında zalimlerin nasıl eriyip
titrediğini örnekleriyle görmüştü. Yirmibeş yaşında bizzat
kendisinin idare ettiği bir ticaret kervanı Hz. Muhammed'i Hz.
Hatice ile karşılaştırdı ve aralarında gerçekleşen evlilik, Hz.
Muhammed'in amcası Ebû Talib'in yanından ayrılıp yeni bir aile
yuvası kurmasını sağladı. Hz. Peygamber'in bu evlilik dolayısıyla
Hz. Hatice'den altı çocuğu olmuştu. Bunlardan dördü kız olup Zeyneb,
Rukiyye, Ümmü Külsüm ve Fatıma adlarını almışlardı. Bunların dördü
de babalarının peygamberliğine erişmişler ve O'na iman ederek hicret
etmişlerdir. Oğulları ise Kasım ve Abdullah adını taşıyordu. Hz.
Peygamber'in ilk oğlunun adı Kasım olduğu için kendisine Ebu'l-Kasım
künyesi verilmişti. Bazı kaynaklar bunlardan başka Hz. Peygamber'in
Tayyib ve Tahir adında iki oğlu daha olduğunu zikrederken, diğer
bazı kaynaklar bu son iki ismin Abdullah'ın lakabı olduğunu
belirtmişlerdir. Hicretten sonra doğan oğlu İbrahim ise Mısırlı
cariye Mariye'dendir. Hz. Peygamber'in bütün erkek çocukları henüz
küçük yaşlarda vefat etmişlerdi. Hz. Hatice ile evliliğinden sonra
Peygamber Efendimiz ailenin geçimini ticaret yoluyla sağlamaya
çalışmış, bazan ortaklık yoluyla, bazan müstakil olarak ticaret
yapmıştı. Hz. Muhammed, bu ticarî muamelelerindeki dürüstlüğü, doğru
sözlülüğü, ahde vefası, adil ve alicenab davranışları, herkes
hakkında iyimser gelen iyilik ve yardımı yapması, yoksulun, muhtacın
elinde tutması, yakınlarına ve akrabalarına karşı gösterdiği ilgi,
ahlakî olgunluk ve ruhî üstünlükleri ile derhal temayüz etmiş,
çevrede herkesin güvenip itibar ettiği, sayıp sevdiği bir kişi
haline gelmişti. Bu sebeple Mekkeliler kendisine "el-Emîn =
güvenilir kişi" lakabını vermişlerdi. Hz. Peygamber'in otuz beş
yaşında iken meydana gelen Kabe tamiri olayı ve bu olay sırasında
el-Haceru'l Esved'in yerine konması meselesinde Mekke Sülaleleri
arasında çıkan ve kanlı bir çatışmaya dönüşme temayülü gösteren
anlaşmazlığı herkesi memnun edecek bir tarzda ve adil bir şekilde
çözmesi, O'na duyulan güveni daha da artırmıştı. Allah'ın mukaddes
evi Kabe'nin tamiri dolayısıyla herkeste olduğu gibi Hz. Muhammed'de
de dinî duygu ve heyecanlar şüphesiz harekete geçmiştir. Bu sebeple
O'nda bu yıllardan itibaren Rabbi ile başbaşa kalma arzusu görülür.
Bir de buna toplum içinde işlenen haksızlıklar, zulümler,
ahlaksızlıklar, din adına icra edilen sapıklık ve akılsızlıklar
eklenecek olursa, Hz. Muhammed'in böylesi cahilî bir toplumdan
kendisini uzak tutarak yalnız, sessiz, sakin bir mağarada bir süre
uzlete çekilmesinin sebebi daha iyi anlaşılır. Artık otuz beş
yaşından itibaren Hz. Peygamber, belli zamanlarda özellikle Ramazan
ayı boyunca Mekke'den uzaklaşıyor, uzlet yeri olarak kendisine
seçtiği Hıra dağındaki bir mağarada günlerini geçirerek Cenab-ı
Hakk'ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini, O'nun gücü
karşısında mahlukatın aczini ve zayıflığını düşünüyor; Rab Teala'nın
insanlara sonsuz nimetlerini, buna karşı insanoğlunun nankörlüğünü,
onların dinî, siyasî, içtimai, ahlakî vs. yönlerden içerisine
düştükleri kötü durumları hatırlıyordu, işte bu uzlet, günleri Hz.
Peygamber'i ruhi, ahlakî bir olgunluğa götürdüğü gibi tefekkür ve
istidlal melekelerini geliştirerek aklî ve ilmî bir yüceliğe de
eriştirdi.
Peygamberliği ve Mekke
Dönemi
Böylece kendisine verilecek ilahî
risalet görevini üstlenebilecek bir seviye ve vasata geldiği bir
sırada, kırk yaşında iken yine böyle bir uzlet anında Hıra
mağarasında, Cenab-ı Hakk'ın peygamberlere vahiy getirmekle görevli
meleği Cebrail (a.s), O'na ilk vahyi, Alak Suresi'nin ilk beş
ayetini getirdi. Artık Allah'ın Rasülü, insanları hak din olan
İslam'a çağırmakla görevli idi. O, bu görevine ailesi halkından ve
hak davaya gönül verebilecek yakın arkadaşlarından, gerçeği kabul
edebilecek kabiliyetde olan, fıtratı bozulmamış, düşünme istidadı
körelmemiş kişilerden başladı, ilk önce O'nu sevgili eşi Hz. Hatice
tasdik etti. Erkeklerden Hz. Ebubekir, çocuklardan Hz. Afi, azadlı
kölelerden Zeyd b. Harise kendisine ilk iman eden kimselerdi.
Ardından Hz. Ebübekir'in de aracılığıyla Hz. Osman, Abdurrahman b.
Avf, Zübeyr b. el-Avvam, Talha b. Ubeydullah, Sa'd b. Ebî Vakkas,
Ebu Ubeyde b. el-Cerrah, Sa'id b. Zeyd, Abdullah b. Mes'ud gibi
şahsiyetler müslüman oldular. Hz. Peygamber ilk üç yıl davetini
gizli sürdürdü. Yalnız bu gizlilik, İslam'ın esasları ve prensipleri
açısından değildi. İslam, sır perdeleri arkasında, gizli saklı,
esrarengiz ve gizemli, anlaşılmaz bir takım düşünceler ve doktrinler
ihtiva eden bir din değildi. Onun esasları gayet açık, net,
anlaşılır, sade, arı duru olup akıl ve mantığa da uygun idi. Aynı
şekilde bu gizlilik, İslam'ın sadece belli bir zümreye has bir grup
dini oluşundan da değildi. Aksine İslamiyet cihanşümul bir din olup
bütün bir beşeriyetin hidayet ve saadetini hedeflemişti. Ancak Hz.
Peygamber'in ilk üç yıl davetini gizli sürdürmesi, çevredeki
insanların İslam'a karşı takındıkları düşmanca tavırdan, inanç ve
ibadet hürriyeti tanımayacak kadar insafsız ve bağnaz oluşlarından
kaynaklanıyordu. Müslüman olanların mallarına ve canlarına bir zarar
gelmemesi, filizlenmekte olan İslam davasına acımasız bir balta
vurulmaması açısından gizli davete gerek duyulmuştu. Bu safhada Hz.
Peygamber faaliyetini genellikle davet merkezi edindiği
Daru'l-Erkam'dan yürütmüştür. Burası ilk iman edenlerden el-Erkam b.
Ebi'l-Erkam'ın Kabe karşısında Safatepesi yamaçlarındaki evi idi.
İlk müslümanlardan bir çoğu islam'ı burada kabul etmişler, Hz.
Peygamber'in eğitimine burada mazhar olarak İslam'ın eşsiz
esaslarını ruhlarınaa ve hayatlarına burada nakşetmişlerdi. Hz.
Peygamber burada İslam davasına gönül bağlayarak mallarını ve
canlarını bu hak dava uğrunda fedadan çekinmeyen sadık, vefalı ve
ihlaslı bir kadroyu oluşturmakla meşgüldü. O, biliyordu ki böyle bir
kadro olmaksızın İslam davasının ortaya çıkıp yayılması mümkün
değildir. Bu bakımdan Hz. Peygamber'in bu devredeki icraatı ashabını
birbirine kenetlendirmiş ve aralarında mükemmel bir bağlılık
oluşturmuştu. İşte Hz. Peygamber İslam davası
etrafında böyle bir kadro oluşturduktan sonra peygamberliğin
dördüncü yılından itibaren İslam'ı açık açık tebliğ etmeye başladı.
Kureyş müşriklerinin İslam'ı engellemek için başvurdukları çok
çeşitli çareler, Hz. Peygamber'e ve İslama samimiyetle bağlı kadro
elemanlarına engel olamıyordu. Bu arada Mekke müşrikleri özellikle
korunmasız müslümanlara insaf ve vicdana sığmayan eziyet ve
işkencelerde bulundular. Bu işkenceler karşısında Hz. Peygamber,
isteyen müslümanların Habeşistan'a gidebileceklerini belirtip hicret
izni verince, nübüvvetin beş ve altıncı yıllarında müslümanlardan
birer grup l. ve II. Habeş hicretlerini gerçekleştirdiler. Mekkeli
müslümanların böylece Mekke haricine İslam'ı taşımaları, müşriklerin
hınç ve kinini artırmıştı. Ama Cenab-ı Hakk'ın yardım ve inayeti
sebebiyledir ki İslam'a gösterilen bu düşmanlıklar bile hak dinin
yayılmasına yardımcı oluyordu. Mesela azılı müşriklerden Ebû
Cehil'in bizzat Hz. Peygamber'e yaptığı sözlü ve fiili bir sataşma,
Kureyş arasında şahsiyeti ve kuvvetiyle büyük bir itibara sahip olan
Hz. Hamza'nın müslüman olmasını sağladı. Ardından Mekke idare
meclisi Daru'n-Nedve'de alınan Hz. Peygamber'i öldürme kararını
uygulamak için harekete geçen güçlü şahsiyet Ömer b. el-Hattab, Hz.
Peygamber'i öldürmek üzere O'nu ararken aslında ayakları onu
hidayete sevkediyor ve Ömer'in gücü islam saflarına yeni bir heyecan
ve şevk katıyordu. Arka arkaya Hz. Hamza'nın ve Hz. Ömer'in müslüman
olmaları, Kureyş müşriklerinin gözünü bir süre yıldırmış, artık
müstümanlara dokunamaz olmuşlardı. İşte bunu izleyen günlerde Habeş
muhacirlerinden bir kısmı Mekke'ye geri döndü. Ancak bu sırada
müşrikler yeniden şiddete başlayıp, cehalet ve bağnazlıkla
bağlandıkları ata dinlerini, zulme dayalı olduğu için İslam'ın
ortadan kaldıracağı şahsî çıkar ve menfaatlerini, batıl tahakküm ve
zorbalıklarını kurtarabilmek için akıl almaz çarelere
başvurmuşlardı. Bu türden olmak üzere hem müslümanlar, hem de
müslümanları koruyan Haşimoğulları, peygamberliğin yedinci senesi
île onuncu senesi arasında tam üç yıl devam eden bir boykot ve
muhasaraya maruz kaldılar. Mekkeliler ne müslümanlarla, ne de onları
koruyan Haşimoğulları ile hiç bir münasebette bulunmayacaklarına,
her türlü ilişkiyi keseceklerine, onlarla hiç bir şekilde
alış-verişte bulunmayacaklarına, oturup kalkmayacaklarına, kız alıp
vermeyeceklerine dair bir karar almış, bu kararı yazdıkları sahifeyi
Kabe'nin iç duvarına asarak dinî bir hüviyet de vermişlerdi. Bu
karara muhalefet eden, hem vatana, hem de dine ihanet etmiş
sayılacak ve en ağır şekilde cezalandırılacaktı. Mekkeliler
tarafından üç yıl süreyle ve titizlikle uygulanan bu karar, elbette
müslümanlara sıkıntılı, güç günler yaşatmıştır. Peygamberliğin
onuncu yılında bu karar iptal edilip boykot ve muhasara kaldırıldığı
vakit müslümanlar peK ziyade sevinme imkanı bulamadılar. Çünkü çok
geçmeden Hz. Peygamber iki büyük yakınını, amcası Ebû Talib'i ve eşi
Hz. Hatice'yi üç gün arayla ardı ardına kaybetti. Rasulullah'ın
üzüntüsüne müslümanlar da katıldılar ve bu seneye Hüzün yılı adını
verdiler. Özellikle Ebû Talib'in vefatı, Hz. Peygamber'in Mekke'de
İslam'ı tebliğ etmesini bir hayli güçleştirdi. Çünkü Ebû Talib'in
sağlığında Mekkeliler Ona hürmet duydukları için himayesine aldığı
yeğenine dokunmuyorlardı. Şimdi bu himaye ortadan kalktığı için Hz.
Peygamber her yerde sataşma ve engellemelerle karşılaşıyordu. Böyle
bir ortamda İslam'ı tebliğ etmek adeta imkansız hale geldiğinden Hz.
Peygamber, İslam'ı kabullenecek yeni bir kitle aramaya başladı. Bu
sebeple de azadlı kölesi Zeyd b. Harise ile birlikte bir gün gizlice
Taife gitti. Ancak dolaylı akrabalarından olan reislerinden gördüğü
alaylı ve acımasız muamele Hz. Muhammed'in derhal Mekke'ye geri
dönmesini gerekli kıldı. Hz. Peygamber şehirden gizlice çıkmıştı.
Şayet bu durum Mekkelilerce öğrenilmişse onun gidişi ülke dışına
kaçma olarak değerlendirilebilir ve kendisi siyasi suçlu
sayılabilirdi. Bu düşüncelerle Hz. Peygamber şehre ancak bir eman ve
himaye altında girmek gerektiğine kanaat getirerek müşriklerin ileri
gelenlerinden Mut'ım b. Adî'nin himayesini sağladı ve onun koruması
altında şehre girdi. Yıllar boyu Mekkelilerin İslam'a karşı
gösterdiği kin; düşmanlık ve engellemeler, üç yıl süreyle devam eden
ve insafsızca uygulanan toplumdan dışlanma ve muhasara olayı,
ardından Ebû Talib'in ve Hz. Hatice'nin vefatları dolayısıyla Hz.
Peygamber'in himayesiz kalması ve Mekkelilerin sataşmalarına maruz
kalması, bunu takiben de Taif halkının horlayıcı tavrı, her ne kadar
Allah Rasulünün ümit ve azmini kıramamış, davet şevk ve iştiyakını
azaltamamış ise de, şüphesiz bir beşer olarak O'nu üzmüş ve rencide
etmişti. İşte böyle bir durumda Hz. Peygamber'i sevindirecek ve
Kur'an'dan sonra en büyük mucizelerinden biri olan bir mucize
meydana geldi. Cenab-ı Hak, Rasulünü teselli etmek, bunca gördüğü
düşmanlıklara rağmen gösterdiği sabır ve sebat dolayısıyla O'nu
taltif edip lütuf ve ikramda bulunmak üzere katına çağırdı ve Hz.
Peygamber'in İsra ve Miraç mucizesi gerçekleşti. Bir gece vakti Hz.
Peygamber, bir an ifade edilebilecek çok kısa bir zaman dilimi
içinde önce Mekke'den Kudüs'e gitti. Oradan da göklere yükselerek
Rabbinin huzuruna çıktı; dünya ötesi alemi, Cennet ve Cehennem'i
müşahede etti. Böylece ruhen takviye görmüş, Rabbi tarafından
mükafaatlandırılmış olarak tekrar aynı anda Mekke'ye döndü. Bu
olaydan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) İslamî tebliğine yine devam
ediyordu. Fakat İslam'ın kitlesi olacak zümreyi arayışı genellikle
Mekke'ye dış kabilelerden hac, umre veya ticaret gibi maksatlarla
gelen yabancılar arasında oluyordu. Önceleri bu teşebbüsü bazen
olaylı, bazen sert, nazik, veya mütereddit, ama hep menfi bir
tavırla karşılanıyordu. Ancak nübüvvetin onbirinci senesinde
Medine'nin Hazrec kabilesinden altı kişi Akabe adı verilen yerde Hz.
Peygamber'le karşılaşıp kısa bir görüşmeden sonra O'na iman ettiler.
Bu altı Medineli, şehirlerine dönüşte Hazrec ve Evs kabileleri
arasında İslam'ı yaydılar. Ertesi senenin hac mevsiminde ikisi
Evsli, onu Hazreçli oniki kişilik bir heyet yine Akabe'de Hz.
Peygamber'le buluşup O'na bey'at ettiler, l. Akabe bey'atı olarak
tarihlere geçen bu görüşmenin akabinde Hz. Peygamber, İslam
kadrosunun ilk elemanlarından Mus'ab b. Umeyr'i davetçi olarak
Medine'ye gönderiyordu. Mus'ab'ın Medine'de bir yıl süreyle yaptığı
faaliyet öylesine verimli olmuştu ki İslam'ın bahsedilmediği ve
girmediği bir ev hemen hemen kalmamıştı ve Medineliler, Allah
Rasulünü şehirlerine buyur edip O'nu koruma konusunda her tehlikeyi
göze alacak bir kıvama erişmişlerdi.
Peygamberliğin onüçüncü
yılında Medine'den gelen daha kalabalık bir heyet Akabe'de Hz.
Peygamber'le bir gece vakti gizlice buluşup II. Akabe Bey'atı'nı
gerçekleştiriyor ve şehirlerine göç ettiği takdirde Hz. Peygaber'i
ve Mekkeli müslümanları malları ve canlarını korudukları gibi
koruyacaklarına and içiyorlardı, işte bu and ve karşılıklı söz
vermelere İslam tarihinde "Akabe bey'atları" adı
verilmiştir.
Hicret ve İslam Devleti
Mekkeliler bu görüşmeleri haber aldıkları zaman başlatılan yeni
baskılar, müslümanlara hicret kapılarını açtı. Hz. Peygamber'in izni
ile Ashab-ı Kiram gruplar halinde ve çoğunlukla gizlice şehri
terkedip Medine yolunu tuttular. Artık şehirde Hz. Peygamber ve
ailesi, Hz. Ali, Hz. Ebûbekir ve ailesi ile hicrete imkan bulamamış
olanlarla yakınları veya akrabaları tarafından hicretleri
engellenmiş kimseler kalmıştı. Müslümanların Medine'de toplanarak
zinde bir güç oluşturmaları, Mekkelileri ürküten ve korkutan bir
husus olmuştu. Bu günlerde sık sık olağanüstü toplantılar yapan
müşrikler, gizli bir celsede, karşılaşılan bu zor problemi çözme
yollarını aradılar. Yegane kurtuluş yolu olarak Hz. Muhammed'in
öldürülmesi görüldü. Kararlaştırılan komplonun icrası için
hazırlıklar yapılırken Cebrail (a.s) vasıtasıyla durumdan haberdar
olan Hz. Peygamber de hicret için hazırlığa koyuldu ve hicrette
kendisine yol arkadaşlığı yapacak Hz. Ebûbekir'le önceden
hazırladığı plan gereğince geceleyin Mekke'yi terketti. Uzun ve
zaman zaman tehlikeli geçen yorucu bir yolculuktan sonra 8
Rebiulevvel pazartesi günü Medine'nin banliyösü Kubâ köyüne geldiği
zaman Ensar ve Muhacirun'un O'nu karşılaması son derece heyecanlı ve
içten olmuştu. Hz. Peygamber bu köy halkının ricası üzerine burada
beş gün istirahat etti ve bu kısa istirahatı sırasında bilfiil
kendisi de çalışarak bir mescid inşa ettirdi. Kuba'ya gelişinin
beşinci günü sabahleyin buradan ayrılarak Medine şehrine yöneldi.
Günlerden cuma idi. Öğle vakti Ranuna adlı mevkiye gelindiği vakit
Hz. Peygamber burada durdu; ilk cuma hutbesini îrad etti ve ardından
ilk cuma namazını kıldırdı. Sonra yoluna devam etti. Şehirde bir
bayram havası vardı. Büyük küçük herkes yollara dökülmüş, coşkun bir
tezahürat, sevgi ve saygıyla Hz. Peygamber'i karşılıyor,
şehirilerine ve evlerine buyur ediyordu. Hz. Peygamber hiç kimsenin
davetini reddetmiş olmamak ve hiç kimseyi kırmamak için uygun bir
çare buldu ve üzerinde hicret ettiği devesi Kasvâ kendi haline
bırakıldı; devenin çöktüğü yere en yakın evde Hz. Peygamber misafir
olacaktı. Deve, şehrin orta tarafında iki yetim çocuğa ait boş bir
arsada çöktü ve Hz. Peygamber kendisine ait hane-i saadetleri inşa
edilinceye kadar buraya evi en yakın olan Ebû Eyyûb Halid b. Zeyd
el-Ensarî Hazretlerinin evinde misafir kaldı. Böylece Hz.
Peygamber'in hayatında ve davet faaliyetinde yeni bir dönem, Medine
dönemi başlamış oluyordu. Medine'de Hz. Peygamber, İslam'a kucak
açmış büyük bir kitleye kavuşmuştu; İslam'ın bağımsızlığı ve
hakimiyetini ilan edeceği bir vatana da sahipti. Artık yapılacak
şey, bu vatan sathında İslam cemaatını teşkilatlandırmak, insanların
birbirleri ile olan münasebetlerini hak ölçüleri içerisinde
düzenlemek ve hakkın hakimiyetini sağlayarak etrafa yaymaktı. Bunun
için de bir devlete ihtiyaç vardı. Peygamber Efendimiz bu ihtiyacı
gayet iyi bildiğinden, artık Medine'ye hicretin ilk günlerinden
itibaren O'nun davet merhaleleri arasında "devletleşme diye
adlandırdığımız safhayı gerçekleştirmek üzere çaba sarfetti. Kuruluş
günlerini yaşayan İslam devleti'nin idare merkezi, hükümet binası,
harp karargahı vs. gibi çok önemli hizmetler verecek olan Mescid'i
inşa etti. Mescide bitişik olarak bina edilen suffa, İslam
cemaatının bütün İslamî meselelerde eğitildiği ve gerekli bilgilerin
öğretildiği önemli bir eğitim-öğretim müessesesi oldu. Bu sıralarda
okunmaya başlanan ezan, sadece namaz vaktinin geldiğini bildiren bir
ilan değil, aynı zamanda İslam hakimiyetini aleme haykıran bir
sembol ve şiar idi. Komşu devletlerle münasebetlerin tanzimi için
henüz hicri birinci senede ilk sınır tespiti gerçekleştirilmiş ve bu
sınırlar içerisindeki müslümanların gücünü belirleme açısından Hz.
Peygamber'in emri üzerine nüfus sayımı yapılmıştı. Ensar'dan bir
kişi ile muhacirun'dan bir kişinin bir araya getirilerek İslam
topluluğunun ikişer ikişer kardeşleştirilmesi ameliyesi demek olan
muahat , başka bir çok faydaları yanısıra İslam Devleti'nin asıl
unsurunu oluşturan müslümanlar arasında tam bir kaynaşma ve
dayanışma sağlıyordu. Yine aynı senede hazırlanan anayasa,
müslümanların olduğu kadar Medine'de bulunan müşrikleri ve
Yahudileri de kapsamına alarak Hz. Peygamber'in devlet başkanlığını
bu gayri müslim azınlıklara da kabul ettiriyor ve aynı ülkede
yaşayan vatandaşlar olarak bu insanlar İslam'ın hakimiyet ve
koruması altına alınarak devlet açısından güvenliğin sağlanması
hedefleniyordu. Hz. Peygamber, planlı ve sistemli
bir şekilde İslam devletini teşekkül ettirmek için içte bu
tedbirleri alırken, elbette ülke dışındaki güçleri de hesaba katmak
gerekiyordu. Bu bakımdan komşu devletleri tanımak, İslam varlığını
onların resmen tanımalarını sağlamak, iyi ilişkiler kurarak İslam'ın
yayılmasına imkan hazırlamak üzere Hz. Muhammed, çevresindeki komşu
kabileler ile ilişkiler kurdu. Bu arada müslümanlar Mekke'de
evlerini barklarını, mallarını mülklerini terkederek dinleri uğrunda
yurtlarından ayrılmış olmalarına rağmen İslam'a kin ve husumetleri
durmak bilmeyen Kureyş müşriklerinin düşmanca faaliyetleri, onlara
yönelik bazı askerî seferler düzenlenmesini gerekli kıldı. Hz.
Peygamber'in hicretinden sonra Kureyş ileri gelenleri Medine'deki
Yahudi ve münafık reislerine mektuplar ve haberler göndererek onları
İslam'a karşı kışkırtıyor, kendileriyle işbirliğine çağırıyor,
ayrıca kendilerine yardımcı olmadıkları takdirde sadece Müslümanları
yok etmekle kalmayacaktarı, onlara yataklık ettikleri için gayri
müslim de olsa Medine'deki herkesi cezalandıracakları tehdidini
savuruyorlardı. Bu düşmanlık ve tehditler, sadece sözde kalmadı ve
zamanla uygulamaya konuldu. Hicretin üzerinden henüz yeni bir yıl
geçmişti ki Kürz b. Cabir el-Fihrî adlı bir müşrik, yanındakilerle
birlikte Medine'nin dış meralarında otlayan sürülere bir baskın
yaptı ve bir miktar zarara yol açtı. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
Kürz b. Cabir'i takibe çıkmış, bu tür tecavüzlerin tekrarlanmaması
için gerekli tedbirleri de almıştır, işte bu tedbirlerden biri
olarak çıkarılan Abdullah b. Cahş seriyyesinde ilk kez müslümanlarla
müşrikler arasında çatışma çıktı ve kan döküldü (2/624). Bu çatışma
sırasında müşrik ileri gelenlerinden Amr b. el-Hadramî öldürülmüştü:
Harp için zaten fırsat kollayan Mekke müşrikleri bunun intikamı için
derhal harekete geçtiler. Bu arada geliri ile harp masraflarını
karşılamak üzere çıkarılan Ebû Süfyan kervanının Hz. Peygamber
tarafından takip altına alınması, Kureyş'ir harp niyetini
hızlandırdı ve Bedir Gazvesi vuku buldu (2/624). Bedir harbi,
müşriklerin tam bir hezimeti ile sonuçlanmış ve İslam devleti azılı
bir çok düşmanından kurtulmuştu. Bu arada Hz. Peygamber'in İslam
devleti'nin vatandaşları kabul ettiği, bu sebeple de kendiler ile
anlaşma yaparak can ve mal güvenliklerini sağladığı din ve vicdan
hürriyetlerini tanıdığı Yahudi kabilelerinden Kaynuka oğulları'nın
serkeşlikleri ortaya çıktı. Bedir savaşının sonucu karşısında
duydukları üzüntü, Kureyşlilere ulaştırdıkları taziyeler, ikaz ve
nasihatlara karşı serkeş tavırları ve bütün bunlara ilave olarak
müslümanların ırz ve namuslarına tasallut edip bir de müslümanı
öldürmeleri, Medine'den onların sürülmeleri neticesini doğurdu.
(2/624). Böylece İslam devleti bizzat içte önemli bir tehlikeyi ve
bir çıbanbaşını bertaraf etmiş oluyordu. Bunu izleyen yıllarda vuku
bulan ve islam tarihi kaynaklarının bütün teferruatı ile naklettiği
Uhud , Benu'n-Nadir, Benül-Mustalık, Hendek, Benü Kureyza Hayber,
Mekke fethi, Huneyn, ve Tebük gibi büyük gazveler başta olmak üzere
Hz. Peygamber'in bütün seferleri ile çıkarılan bir seri seriyye hep
İslam devtetinin giderek daha da güçlenmesini sağlamıştır. Ayrıca
bütün bu seferler ve muharebeler, Hz. Peygamber'in eşsiz bir komuta
gücüne, büyük bir sevk ve idare kaabiliyetine, ölçülmez bir cesaret
ve şecaata sahip olduğunu ispatladı. Yalnız bizzat Hz. Peygamber'in
hadislerinde: "...Ben rahmet Peygamberiyim, ben harp peygamberiyim"
(ibn Hanbel IV, 395; V, 405) şeklinde ifadesini bulduğu gibi, zaruri
olduğu zaman harp peygamberi olan Hz. Muhammed, aslında sulhu harbe
daima tercih ediyordu. Hz. Peygamber'in duyduğu sulh arzusu,
hicretin altıncı yılı sonlarında Kureyş'le imzalanan Hudeybiye
Musâlahası'nda Kureyş'in ileri sürdüğü, ilk bakışta müslümanlar
açısından çok ağır görünen ve hatta Hz. Ömer'in dilinde ifadesini
bulduğu üzere Ashabı kiram tarafından "zillet" gibi kabul edilen bir
takım şartlar O'nun kabülünü gerektirmişti. Gerçekte bu şartlar daha
sonra tamamıyla müslümanların lehine dönüşmüş ve Hudeybiye barış
anlaşması "apaçık bir fetih"olmuştu (el-Fetih-48/1 ayetinde bu
hususa işaret olunmaktadır). Bu barış sayesindedir ki Kureyş'in
İslam'a düşmanlıkta baş çeken reisleri İslam saflarında yer almaya
başladı. Yine bu musalaha sayesindedir ki, İslam'ın sesi baştan başa
Arap Yarımadası'na ulaştığı gibi Bizans, İran, Habeşistan ve Mısır
gibi güçlü ülkelere iletildi ve cihanşümul İslam daveti hızla
ilerlemeye başladı.
Bu arada Hicretin sekizinci
senesinde Mekke'nin fethedilmiş olması ve Mekke halkının tamamıyla
İslamiyet kabul etmeleri sebebiyle müslümanlara hac etme imkanı
doğmuştu. Ancak Arap Yarımadası'nda hala mevcut müşrik Araplar da
kutsal bir ibadet sayarak Mekke'ye hac yapmaya geleceklerinden ve
hac sırasında cahiliye adetlerini irtikap edeceklerinden Hz.
Peygamber müşriklerle bir arada bizzat kendisi hac yapmayı uygun
bulmadı. Fakat haccetmek isteyenlere de engel olmayarak başlarına
Hz. Ebubekir'i hac emîri tayin etti. İşte böylece hicretin dokuzuncu
yılı hac mevsiminde bazı sahabiler haccetmek üzere Medine'den yola
çıkmışlardı; ki, Hz. Peygamber'e Tevbe (Berâe) Suresi'nin ilk
otuzaltı ayeti nazil oldu. Bu ayetler müşriklere verilecek bir
ültimatom ve notayı ihtiva ediyor; bundan böyle hac içinde olsa hiç
bir gayri müslimin Mekke harem bölgesine giremeyeceği, eskiden
cahiliye döneminde Arapların yaptığı şekilde Kabe'nin çırılçıplak
tavaf edilmesi adetinin kaldırıldığı; İslam devleti ile andlaşması
bulunan müşrikler ile münasebetlerin antlaşma süresi doluncaya kadar
andlaşmada belirlenen esaslar içerisinde sürdürüleceği, antlaşma
süresi dolunca yeni bir antlaşma cihetine gidilmeyeceği ve bu
durumdaki kabilelerin ya müslüman olmak ya da İslam'a düşmanlığı
kabul etmek şıklarından birisi ile karşı karşıya kalacakları,
antlaşması olmayan veya süresinden evvel antlaşmayı bozmuş olan
müşrik Araplara ise dört aylık bir mühletin verildiği, bu mühletin
sonunda bu kabilelerin de ya müslüman olmayı ya da İslam'a
düşmanlığı kabul durumunda olacakları hükümlerini getiriyordu. İşte
bu hükümler, yapılan hac sırasında Arap Yarımadasının muhtelif
yerlerinden hac etmeye gelmiş farklı kabilelere mensup müşrik
Araplara, Hz. Peygamber'in görevlendirdiği Hz. Ali tarafından tebliğ
edildi. Bu ültimatomu alan müşrik Araplar hac sonrasında
memleketlerine döndükleri zaman tüm kabile mensupları ile bir durum
değerlendirmesi yaptılar ve bu sıralarda Hz. Peygamber'in gönderdiği
İslam'ı tebliğ eden gruplara ve görevlilere İslam'ı kabul
ettiklerini bildirerek İslam devleti'nin hakimiyetine girdiler.
Böylece Hz. Peygamber hicretin onuncu senesinde İslam dinini ve
islam hakimiyetini baştanbaşa tüm Arap Yarımadası'na ulaştırmış,
görevini layıkıyla yerine getirmiş oluyordu.
Tamamlanan İslam İnkılabı ve Hz. Peygamber'in
Vefatı
Zamana ve zemine uygun bir şekilde
nerede nasıl hareket edeceğini gayet mükemmel hesap eden ve planlı
bir strateji uygulayan Hz. Muhammed, yirmi üç yıl gibi kısa bir
sürede tarihte eşine rastlanılmayacak büyük bir inkılabı
gerçekleştirmişti. Kırk yaşında peygamberlik görevine başladığı
zaman yapayalnızdı, güçsüzdü, maddi imkanları yoktu. Buna mukabil,
mücadeleye giriştiği toplum, tasavvur edilebilecek en aşağı seviyede
bulunuyordu. Müşriklerin inanç ve ibadetleri son derece mantıksız ve
gülünçtü; ahlak telakkileri müptezeldi; hak, adalet anlayışları
zulmün göstergesiydi; menfaatler her şeyin üstünde tutuluyordu.
Böyle bir ortamda Hz. Peygamber'in yılmadan yorulmadan, büyük bir
azim ve iştiyakta yürüttüğü İslam daveti, yirmiüç senede öyle bir
sonuç verdi ki; artık o dönemden "Asr-ı Saadet" "Saadet asrı" diye
bahsetmek gerekecekti. Hz. Peygamber gerçekleştirdiği bu büyük
inkılabın heyecanı ve görevini layıkıyla yapmış olmanın huzur ve
mutluluğu içerisinde kendisine iman edenleri hicrî onuncu senenin
hac mevsiminde hac yapmak üzere Mekke'de topladığı zaman, genellikle
kabul edildiğine göre, etrafında 114.000 sahabi vardı. Bu hac, Hz.
Peygamber'in son haccı olduğu için ve yaptıkları konuşmalarında bir
bakıma ashabına veda ettiğinden "veda haccı" diye adlandırılmıştır.
Bu haccın yerine getirilişi sırasında Peygamber Efendimiz, muhtelif
ibadet yerlerinde yaptığı konuşmalarında başlangıcından o güne kadar
tebliğ ettiği hak dinin temel esas ve prensiplerini öz ve veciz
ifadelerle, etrafını çevreleyen ashabının şahsında bütün ümmetine
son bir kez daha takdim ediyor ve Rabbinden "Dinin artık tamam
olduğu" mesajını alıyordu (el-Maide, 5/3). Hz. Peygamber, Veda
haccı'ndan Medine'ye döndükten sonra Üsame b. Zeyd komutasında bir
orduyu Bizans üzerine sevketmeye niyetlendi ve genç komutanını
çağırarak gerekli talimatı verdi. Ancak ordunun sefer hazırlıkları
yapılırken Hz. Peygamber'in başlayan rahatsızlığı gün geçtikçe
şiddetlendi ve O'nu bîtab bir şekilde yatağa düşürdü. Hastalığının
ilk günlerinde namaz vakti olduğu zaman mescide çıkıp ashabına namaz
kıldırıyordu. Ama 8 Rebîulevvel perşembe günü akşam üzeri geçirdiği
bir baygınlıktan sonra o günün yatsı namazından itibaren imamlık,
Hz. Peygamber'in emri ile Hz. Ebûbekir'e havale edildi. Hicrî
onbirinci yılın 12 Rebîulevvel pazartesi günü kuşluk vaktinde de
Kelime-i Tevhid getirerek ve Rabbini kasıtla:"... Yüce dosta!"
diyerek Rabbine kavuştu. Hz. Peygamber'in
cenazesinin hazırlanması, yıkanması, kefenlenmesi işlerini Hz. Ali,
Hz. Abbas, Abbas'ın oğlu Fazl, Üsame b. Zeyd gibi yakınları yerine
getirdi. Peygamberlerin vefat ettikleri yerde defnolunacaklarına
dair Hz. Ebubekir'in rivayet ettiği bir hadis dolayısıyla, Hz.
Peygamber'in vefat ettiği Hz. Aişe'nin odasında bir kabir kazıldı.
Bu arada Ashab-ı kiram grup grup gelerek Rasul-ü Ekrem için cenaze
namazı kıldılar. Oda küçük olduğundan küçük cemaatlar halinde
kılınan cenaze namazı bir hayli uzun sürmüştü. Bu sebeple Hz.
Peygamber'in naşı ancak çarşamba günü gece vakti kabre
indirilebildi. Peygamber Efendimiz vefat ettiklerinde 63 yaşında
idi.
Hz. Peygamber'in Şahsiyeti ve
Ahlakı
Peygamber Efendimiz, bedenen olduğu
kadar ahlak ve şahsiyeti itibariyle de insanların en mükemmelidir.
Bu hususta yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur: "Şüphesiz
ki sen, büyük bir ahlak üzeresin" (el-Ka-lem, 68/4). Bizzat Hz.
Peygamber; "Ben, ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim"
buyurmuştur (Muvatta', Husnü'1-Hulk, 8). Biliyoruz ki, Peygamber
Efendimiz çocukluğundan beri Cenab-ı Hakk'ın kontrol ve murakabesi
altında idi. Bu sebeple O; "Beni Rabbim terbiye etti ve güzel
terbiye etti" buyurmuş (Süyüti, el-Ca-miu's-Sağîr 1/14); hayatı
boyunca gayri İslamî ve gayri insanî hiç bir söz, davranış ve fiil
ondan sadır olmamıştır. Peygamberliğinden önce de doğru sözlülüğü,
dürüstlüğü, ahde vefası, yardımseverliği ve her türlü güzel ahlakı
ile takdirler kazanan ve KureyşIiler tarafından "el-Emîn = güvenilir
kişi" ünvanına layık görülen Hz. Muhammed, peygamberliğinden sonra
da Rabbinin Kur'an'la mü'minlere ve bütün insanlara emrettiği tüm
ahlakî değerlere sımsıkı sarılmış ve bunları büyük bir titizlikle
harfiyyen yerine getirmiştir. Bu bakımdan mü'minlerin annesi Hz.
Aişe'ye Ashab-ı kiram'dan birisi Hz. Peygamber'in ahlakını sorduğu
zaman, Hz. Aişe; "O'nun ahlakı Kur'an idi" diye cevap vermişti
(Müslim, Müsafirîn 136). Peygamber Efendimiz,
Allah'ın Rasulü ve islam devleti'nin başkanı olarak yönetimi elinde
bulundurmasına rağmen, son derece mütevazî ve samimi idi. Daima sade
bir hayatı tercih ederdi. Giyinişi, ev düzeni, yiyecekleri, tüm
yaşayışı sade idi. Zengin-fakir, küçük-büyük herkesle ilgilenir;
hakka uygun olmak kaydıyla kendisine yapılan hiç bir müracaatı boş
çevirmez, meşru istekleri mutlaka yerine getirirdi. Son derece
cömert ve iyilikseverdi. Hiç kimseye kötülük yapmaz, kimsenin
kötülüğünü istemez, kimse hakkında kötü söz söylemez, kimsenin
gönlünü kırmaz, şahsiyetini rencide etmez, kimseyi hor ve hakir
görmezdi. Şayet kızar ve öfkelenirse; bu, şahsı açısından olmayıp
Allah içindi. Sevdiği, beğendiği, razı olduğu şeyleri de Allah
rızası için severdi. Cesaret ve şecaat, sabır, azim ve ümit,
müsamaha ve iltifat, şefkat ve merhamet, O'nun belirgin ahlakî
özellikleri idi. Peygamberlerin temel vasıflarından birisi olarak
parlak bir zekaya, keskin bir kavrama gücüne, eşsiz bir muhakeme
kudretine, süratli bir intikal kabiliyetine sahipti. En tehlikeli ve
kritik anlarda dahi çaresizliğe düşmez, yapılabilecek en uygun
davranışı uygular ve Cenab-ı Hakk'a tevekkül ederdi.
İdareci
Olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)
Kur'an-ı
Kerîm'in ihtiva ettiği ayetler ve İslamiyet'in mahiyeti, insanların
birbirleri ile olan münasebetlerini ve dünya hayatının da tanzimini
gerekli kıldığından; Hz. Peygamber, teşekkül ettirdiği İslam
cemiyetini yönetecek esasları koyarak bizzat tatbik etmiş ve
Medine'ye hicretten itibaren varlık kazanan İslam devleti'nin ilk
başkanı olmuştu. Hz. Peygamber'de mevcut yüksek idarecilik kabiliyet
ve özellikleri o andan itibaren daha açık bir şekilde ortaya
çıkmıştır. Tabilerini kendisine kayıtsız şartsız bağlama imkanına
rağmen, Peygamber Efendimiz devlet yönetiminde cahiliye döneminin
aksine, tebeası üzerinde tahakküm kurma cihetine gitmemiş; bu
bakımdan, yönetimde ve yönetim anlayışında bir inkılap
gerçekleştirmiştir. Cahiliye döneminde Araplar kendilerini temsil ve
idare eden kabile reisine kayıtsız şartsız bağlanarak haklıhaksız
her hususta ona itaata mecbur tutulur ve reisin emir, fiil ve
davranışlarına itiraz hakkına sahip bulunmazlardı. Peygamber
Efendimiz ise devlet yönetiminin temel esası olarak istişareyi kabul
etmiş, Cenab-ı Hak'tan emir almadığı her hususta mutlaka ashabıyla
istişare ederek durumu onların müzakeresine açmıştır. Adalet ve
hakkaniyet ölçülerine uyma, O'nun kaçınılmaz prensiplerinden idi.
Adalet önünde soy, mevki, makam, mal, mülk gibi farklılıklar
gözetmez; hakkın yerini bulmasına gayret gösterirdi. Kendisine,
hırsızlık yapmış eşraftan Fatıma adlı bir kadın getirilmiş ve
bazıları aracılık yaparak cezayı hafifletmek istemişlerdi. Bunun
üzerine Peygamber Efendimiz öfkelendi ve "Hırsızlık yaparak
getirilen, kızım Fatıma dahi olsa elini keserdim" buyurdu (Buharî,
Hudüd 12; Müslim, Hudüd 8,9). Devlet idaresi için çeşitli
kademelerde görevli tayininde ehliyet ve liyakat esasına riayet
eder; layık olan kişileri yaşları küçük olsa da, soylu ailelerden
olmasalar bile görevlendirirdi. Hak olan hususlarda kendisine ve
görevlilerine itaat edilmesini ister; ancak hakka ve hakikata
uymayan konularda tebeanın itaat mükellefiyetinde olmadıklarını
belirtirdi. Böylece hak sınırları içerisinde emîre itaati gerekli
görmekle birlikte, halkı kendi hizmetine mecbur kişiler olarak
görmez, kendini onların üstünde saymazdı; bilakis onların içinden,
aralarından biri idi. Hz. Peygamber'in devlet
yönetimi, İslamî esasların bizzat kendisi ve tümü idi. Pek çok
Kur'an ayetinde ifade edildiği üzere (el-En'am, 6/57, 62; Yusuf
12/40, 67; el-Kasas, 28/70, 88), İslam idare sisteminde hakimiyet,
hükümranlık, hüküm ve tam idare Allah'a ait idi. Kanun koyma yetkisi
de, bu bakımdan öncelikle Allah'ın vahiylerini ihtiva eden Kitab'a,
yani Kur'an-ı Kerim'e mahsus bulunuyordu. Bizzat Hz. Peygamber ise
ikinci sırada kanun koyucu durumundaydı. Dinî meselelerde Hz.
Peygamber'in getirdiği hükümler ya Cebrail vasıtasıyla Cenab-ı
Hak'tan aldığı, ama Kur'an'da yer almayan emirlere (vahy-i gayr-i
metlüvv), dayanıyordu ya da bizzat kendi kararları idi. Ama bizzat
kendisine ait bu kararlarda Hz. Peygamber'in bir yanılgısı söz
konusu ise derhal Cenab-ı Hak tarafından ikaz ve tashih
ediliyordu. Devlet başkanı olarak Hz. Muhammed,
toplumda müslümanlar arasında veya İslam devleti'nin tebeası
durumunda bulunan gayr-i müslimler arasında çıkan anlaşmazlıkları,
dava konusu olan problemleri de çözümlüyordu. Bu gibi durumlarda
davacıyı olduğu kadar davalıyı da dinliyor; yerine göre şahitlerin
bilgisine başvuruyor, getirilen delilleri değerlendiriyor ve
meseleyi fazla uzatmadan, sürüncemede bırakmadan, çoğu zaman hemen o
anda, değilse en kısa zamanda çözüme bağlıyordu. Taraflara
hakkaniyet mefhumunun aşılanmasına büyük hassasiyet gösteriyor;
kendisinin bir beşer olarak yapılan konuşmalara, getirilen delil ve
gösterilen şahitlere göre hüküm vereceğini, gaybı bilemeyeceğini, bu
durumda aslında haklı olmadığı halde kendisine bir hak verilmiş
olanın gerçekte Cehennem ateşini almaktan başka bir kârı olmadığını
belirtiyordu. Davaların halini bazan ashabının ileri gelenlerine
havale ettiği de olurdu. Eyaletlere tayin edilen valiler
Hz.Peygamber adına idareyi yürütüyor ve adliyeye taalluk eden
meselelere bakıyorlardı. Eğitimci Olarak Hz.
Muhammed Hz. Peygamber'in temel görevinin dinî ve dünyevî tüm
meselelerde insanları eğitmek olduğu söylenebilir. Bu bakımdan
bizzat kendisi; "Ben ancak bir muallim olarak gönderildim"
buyurmuştur (ibn Mace, Mukaddime 17). Hz. Peygamberin eğitimi,
insanlara her yönde faydalı bilgilerin kazandırılması ve kazanılan
bilgilerin kişilerin hayatına yansıyarak faydalı hale gelmesi
esasına dayanıyordu. O, bir taraftan Cenab-ı Hakk'ın emrine uyarak;
"Rabbim, benim ilmimi artır!" (Taha, 20/114) diye bilgisinin
artırılması için Allah'a yalvarır ve bu uğurda çaba sarfederken,
diğer taraftan; "Allahım, bana öğrettiğinle faydalanmayı nasîbet!"
(İbn Mace, Mukaddime 23) diye yakarıyor; "Faydasız ilimden Allah'a
sığınırım" (Müslim, Zikr 73) diyerek de bilgiden maksadın
faydalanmak ve faydalı olmak olduğunu belirtiyordu.
Bu ölçüler içerisinde Peygamber Etendimiz ashabını Medine'ye
hicretten önce Mekke döneminde Daru'l Er-kam'da, Hicretten sonra da
Mescidü'n-Nebîde ve Suffa'da yoğun bir şekilde eğitim ve öğretime
tabi tutmuştu. Tabiatıyla eğitim, bütün bir hayatı
ilgilendirdiğinden; Hz. Peygamber evlerde, çarşıda, pazarda, yolda,
bir sefer sırasında, harp halinde iken vesair durumlarda gerekli
olan her yerde, her fırsat ve vesile ile eğitim görevini yerine
getiriyordu. Eğittiği kişilerin şahsî ihtiyaçları, ferdî
farklılıkları, kabiliyet ve kapasiteleri Hz. Peygamber tarafından
göz önünde tutuluyordu. Peygamber Efendimiz, kendisi haricinde
eğitim ve öğretim için görevliler de tayin etmişti. Okuma-yazma,
basit matematik, Kur'an tilaveti, temel dinî bilgiler, hayatta
uygulanacak pratik malumat bu şekilde öğretmenler tarafından
veriliyordu. O sıralarda Arap Yarımadası'nda okuma-yazma seviyesi
son derece düşük olduğundan, yeterli müslüman öğretmenin bulunmadığı
ilk yıllarda Hz. Peygamber, gayr-i müslim öğretmenlerden istifade
etmekte bir beis görmemişti. Mesela Bedir gazvesinde müşriklerden
elde edilen esirler arasında okuma-yazma bilenlerin, hürriyetlerine
kavuşabilmeleri için, on müslümana okuma-yazma öğretmeleri şart
koşulmuştu. İlk yıllarda müslüman çocukları okuma-yazma öğrenmek
üzere Medine Yahudilerine ait okullara gönderilmişti. Peygamber
Efendimiz kadınların eğitim ve öğretimi ile de meşgul oluyordu.
Haftanın sadece kadınlara ayırdığı bir gününde onlara konuşmalar
yapıp ders veriyor, sorularını cevaplandırarak problemleri ile
ilgileniyordu. Ayrıca Hz. Aişe başta olmak üzere Rasülüllah'ın
zevceleri ve Ashabın alim hanımları öğretim faaliyetlerinde Hz.
Peygamber'e yardımcı oluyorlardı. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz
henüz o sırada okuma-yazma bilmeyen zevcesi Hz. Hafsa'ya okuma-yazma
öğretmek üzere bir görevli tayin etmişti.
Komutan
Olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)
Kureyş
müşrikleri başta olmak üzere İslam düşmanlarının faaliyetleri ve
İslam'ın varlığına müsaade ve müsamaha göstermeyen tavırları,
İslam'ın yeterli bir güç ve otoriteye kavuştuğu Medine'ye hicretten
itibaren düşmana karşılık vermeyi gerekli kılmış ve bunun bir sonucu
olmak üzere, Hz. Peygamber'in hayatında savaşlar, kaçınılmaz olarak
zaman zaman ortaya çıkıp hayatının sonuna kadar devam etmişti. Bu
sebeple tertiplenen askerî seferler göstermiştir ki; Hz. Peygamber
fevkalade yüksek bir komuta güç ve dirayetine, eşsiz bir askerî
kabiliyete sahip idi. Savaş usûl ve taktikleri, hücum, savunma ve
manevra şekilleri konusunda mükemmel bilgileri, savaş araç ve
gereçleri hususunda yeni gelişmeleri takip ederek başarı ile
uygulama hassasiyeti vardı. Son derece cesaretli ve şecaatli
olduğundan Uhud ve Huneyn gazvelerinde olduğu gibi savaşın en
hararetli ve kritik anlarında şiddetli düşman hücumları karşısında
Ashabın tereddüte düştüğü, bazılarının dağıldığı sıralarda bile
sebat gösterir, en tehlikeli anlarda Ashabı O'nun yanına sığınarak
kendilerini korurlardı. Son ana kadar savaşın kesin sonucu
bilinemeyeceğinden, düşmanın muzaffer göründüğü durumlarda bile
metanetini kaybetmez ve akl-ı selîm ile düşünerek dağılan
kuvvetlerini toplayıp karşı taarruzu gerçekleştirerek üstünlük
sağlardı. İstihbaratın askerlikteki önemini gayet iyi bildiğinden
cihad öncesinde, savaş sırasında ve sonrasında düşman faaliyetleri
konusunda bilgiler toplamaya özen gösterir, küffar arasında devamlı
istihbarat elemanları bulundururdu. Zaman zaman bu maksatla ve çevre
emniyetini sağlamak üzere keşif kolları da çıkarmıştır. Sefer
sırasında, özellikle mola verildiği anlarda ani bir düşman
baskınından emin olabilmek üzere nöbetçiler çıkarır. Müslümanların
birbirleriyle anlaşmalarını sağlamak ve morallerini takviye etmek
üzere savaş sırasında kullanılacak ve İslami unsurlar içeren
parolalar belirlerdi. Ayrıca Hz. Peygamber'in her gazvesinde ve
çıkardığı her seriyesinde sancak ve bayraklar kullanılmıştır. O'nun
yaptığı savaşlarda düşmanı tesirsiz hale getirecek baskın ve
pusulara yer verildiği gibi, gerektiğinde düşman kuvvetlerin arasını
açacak bir takım hilelere de başvurulabiliyordu. Özellikle soğuk
harple düşmanı yıpratma, psikolojik baskı altına alarak moral olarak
mağlup etme ve böylece direnme gücünü kırma usulü Hz. Peygamber
tarafından uygulanmıştır. Böylelikle mümkün olan en az ölçüde kan
dökülerek düşman etkisiz hale getirilmiş oluyordu. Esasen Hz.
Peygamber kan dökmekten asla hoşlanmazdı. Başlangıçta savaşın
çıkmaması için üzerine düşen tüm çabayı sarfediyor, sulh yollarını
deneyip bu hususta düşman tarafa mutlaka teklifte bulunuyordu. Bu
bakımdan Hz. Peygamber nazarında sulh asıl olup; harp, geçici idi.
Yalnız Hz. Peygamber'in sulh anlayışı, çevrede hakim batıl güçlerin,
idaresi altında bulunan halk üzerinde baskı kurarak, sultalarını
sürdürüp zulüm ve haksızlık icra etmelerine seyirci kalmayı;
insanların inanç ve düşünceleri sebebiyle takip altında tutulup
baskıya, eziyet ve işkencelere maruz bırakılmalarına göz yummayı
gerekli kılmıyordu. Hz. Peygamber'in sulh anlayışına göre; insanlar
inançlarını belirlemede tamamıyla serbest tutulmalı, hür iradeleri
ile diledikleri iman çizgisini hiç bir baskı söz konuşu olmaksızın
bizzat kendileri belirlemeli idiler. Elbette insanlara hak ve
hidayet yolunu gösterecek İslam tebliğcileri de bu sulh vasatında
hak ve hakikatin apaçık delillerini insanlara anlatarak, onları
gerçeklere eriştirme görevini yerine getirecekler, ama hiç kimseyi
İslam'a girme konusunda zorlamayacaklardı. Ne var ki hakkın
varlığını hazmedemeyen batıl gücün temsilcileri İslam'ın bu şekilde
sulh içinde tebliğine engel olduklarından ve inananları baskılar
altında tutarak onlara hayat hakkı tanımadıklarından, Hz. Peygamber
açısından harp kaçınılmaz oldu. Bu durumunda bile Hz. Peygamber kan
dökülmesini istemiyor, bu konuda gerekli tedbirleri alıp lüzumlu
emir ve talimatlarını veriyordu. Mesela düşmanla karşı karşıya
gelinip harp vaziyeti alındığı bir sırada dahi harp başlamadan önce
düşman kuvvetlerini İslam'ı kabul etmeye mutlaka çağırır, bu teklif
reddedilince sulha davet edip andlaşma yapma yolunu deneyerek savaşa
sebebiyet vermemek ister; yaptığı barış ve itaat önerileri kabul
edilmeyince savaşa artık düşman taraf sebep olduğu için çaresiz
karşılık verirdi. Ayrıca düşman saldırmadan, saldırıya geçmeme; harp
sırasında harbe katılmayıp geride kalan kadınlara, çocuklara,
ihtiyarlara, din adamlarına dokunmama; savaş anında düşmanın hayati
organlarını değil, el, ayak, bilek, dirsek, diz gibi mafsallarına
hamlede bulunarak onları öldürmeksizin hareket kabiliyetinden mahrum
edip etkisiz hale getirme; esir olup eman dileyene eman verme;
cahiliye döneminde olduğu gibi düşman ölülerinin gözünü oyup
kulağını burnunu kesip parmaklarını doğrayıp karnını yararak intikam
duygularını tatmin etme yoluna gitmeme; yine cahiliye devrinde sırf
intikam olsun ve kalan düşmanlara sıkıntı versin diye maktul düşen
düşman ölülerini kızgın arazide kokuşup yırtıcı hayvanlara yem
olarak bırakma şeklinde icra edilen gayr-i insanî uygulamanın
terkedilerek düşman ölülerinin de defnedilmesi gibi emirleri, O'nun
komutasında cereyan eden muharebelerde ve çıkardığı seriyyelerde
verdiği talimat arasında yer almaktadır.
Aile Reisi Olarak
Hz. Muhammed (s.a.v.)
Hz. Peygamber, henüz
gençlik yıllarında yirmi beş yaşında iken Mekke'de Hz. Hatice ile
evlenerek bir aile yuvası kurmuştu. O sıralarda birden çok kadınla
evlenmek, Araplar arasında son derece yaygın bir adet olmakla
beraber Peygamber Efendimiz, Hz. Hatice vefat edinceye kadar başka
bir kadınla evlenmemişti. Hz. Hatice vefat ettiği zaman Peygamber
Efendimiz elli yaşında idi. Daha sonraki yıllarda özel bir takım
sebep ve hikmetlerle Hz. Peygamber birden çok kadınla evlendi. Bu
evliliğin sebeplerini, İslam düşmanlannın yaptığı gibi nefsanî ve
şehevanî arzulara bağlamak asla doğru değildir. Çünkü Hz.
Peygamber'in çok evliliği iddia edildiği gibi böyle bir sebebe bağlı
olsaydı, bu evliliklerin Hz. Peygamber'in söz konusu arzuyu daha
ziyade duyacağı gençlik yıllarında ve ilk evliliğini hemen takip
eden seneler içerisinde cereyan etmesi gerekirdi. Halbuki Hz.
Peygamber, tam yirmi beş yıl sadece Hz. Hatice ile evli kalmış, onun
vefatından sonra kendisi elli yaşını geçmiş olduğu halde şartlar
gerekli kıldığı için yeni evlilikler yapmıştı. Bazan evlilik
dolayısıyla temas kurulan ve yakınlık sağlanan yeni kitlelere
İslam'ın iletilebilmesi düşüncesi, bazan evleneceği zeki,
kabiliyetli ve bilgili eşi vasıtasıyla kadınları İslami esaslara
göre daha rahat eğitebilme arzusu, bazan savaş dolayısıyla ortaya
çıkan şiddetli düşmanlık ve kini onlar arasından evlilik yaparak
bertaraf edip muhatap kitlelerini celbetme lüzumu, bazan İslam
hukukunun getirdiği yeni bir hükmü bizzat Hz. Peygamber'in tatbik
ederek topluma örnek olma zorunluluğu gibi dinî, siyasî, hukukî,
sosyal bir çok sebep ve hikmet Hz. Peygamber'in çok evlenmesini
gerekli kılmıştı. Peygamber Efendimizin zevcelerinin toplam sayısı
on bir olup şunlardı: Hatice bint Huveylid, Sevde bint Zem'a, Âişe
bint Ebûbekir, Hafsa bint Ömer, Zeyneb bint Huzeyme, Ümmü Seleme
bint Ebû Ümeyye, Zeyneb bint Cahş, Cüveyriye bint elHaris, Ümmü
Habîbe bint Ebu Süfyan, Safiyye bint Huyey ve Meynûne bint el-Haris.
Reyhâne ve Mâriye ise cariyeleri idi. Hz. Peygamber'in zevcelerinden
Hz. Hatice, Mekke'de peygamberliğin onuncu yılında, Zeyneb bint
Huzeyme ise Medine'de Hicretin dördüncü yılında vefat etmişti. Bu
sebeple Peygamber Efendimizin bir arada dokuz eşi bulunmuş ve bu
sayıya da vefatına yakın bir zamana varıncaya kadar uzun bir sürede
evlilik zarureti çıktıkça aralıklarla ulaşılmıştır. Hz. Peygamber'in
bu zevcelerinden Hz. Aişe dışındakilerin tamamı Rasülullah ile
evlendikleri sırada dul idiler ve pek çoğunun eski eşlerinden
çocukları vardı; üstelik çoğu yaşlı da idi. Bu durum da, Hz.
Peygamber'in evliliğini gerekli kılan özel bir takım sebep ve
hikmetlerin mevcut olduğunun delilidir. Hz. Peygamber'in
hanımlarının Mescid'e bitişik olarak inşa edilmiş birer odaları
vardı. Peygamber Efendimiz her gün sıra île bir eşinin yanında
kalırdı. Hepsine karşı güler yüzlü davranır, ilgi gösterir, ev
işlerinde onlara yardım eder, söküklerini kendisi dikiverir,
aralarında adaletle muamelede bulunur, hiç birine diğerinden ayrı
davranmazdı. Zaman zaman onlarla şakalaşır, gönüllerini alırdı.
Hayatı boyunca Hz. Peygamber'den hanımlarına karşı kötü bir söz veya
davranış sadır olmamıştır. Peygamber Efendimiz, hizmetinde bulunan
görevlilere, karşı da asla sert ve haşin davranmaz; kendi
yediklerinden onlara da yedirir, giydiklerinden onlara da
giydirirdi. Küçük birer odadan ibaret olan hane-i saadetleri son
derece sade, ama temiz idi. Bazan bir hasır, bazan yünden dokunmuş
bir ihram, bazan da içi hurma lifleri ile doldurulmuş deri kaplı bir
yatak Hz. Peygamber'in oda döşemesini ve yatağını oluşturuyordu. Her
konuda olduğu gibi bu hususta da lüks ve israftan kaçınarak sadeliği
tercih eden Hz. Peygamber, bazı zevcelerinde görülen daha iyi
imkanlarla daha müreffeh bir yaşayış arzu ve isteği üzerine
Kur'an'da da temas edildiği üzere "Şayet dünya hayatını ve süslerini
istiyorlarsa bağışta bulunarak kendilerini güzellikle
salıvereceğini, ama şayet Allah'ı, peygamberini ve ahiret yurdunu
istiyorlarsa Allah'ın iyi davrananlar için büyük bir mükafaat
hazırladığını" (el-Ahzab, 33/28-29) belirterek tavrını açıkça ortaya
koymuştu. Tabiî ki Hz. Peygamber'in zevceleri bu ikaz üzerine beşer
olma sıfatıyla bir an için içlerinden geçen daha rahat yaşama arzu
ve isteğini terkedip Hz. Peygamber'in yanında kalmayı ve O'nun sade
yaşayışına ortak olmayı dünya lüksüne tercih ettiler.
Peygamber Efendimiz, aile hayatında, özel
yaşayışında ahlakında, dini tebliğinde, devlet idaresi ve askerî
komutasında, eğitim ve öğretiminde, kısacası tüm sözleri,
hareketleri ve davranışlarında bütün müslümanlar için güzel bir
örnek idi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Andolsun ki
Rasûllah'ta sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar
ve Allah'ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır"
(el-Ahzab, 33/21). Allah'ın salat ve selamı O'nun üzerine
olsun.
|